Doğduğum ve liseyi bitirip Adana’yı terk edene kadar yaşadığım sokağa “mahalle” derdik.. daha doğrusu “bizim mahalle”.. o yıllarda herkesin bir mahallesi vardı ve şüphesiz en iyi mahalle, herkes için kendi mahallesi idi.. bir de, bize paralel olan diğer mahalle vardı.. onun adı da “arka mahalle” idi.. Çocukluğumuz, ergenliğimiz, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımız burada geçti.. bizim için “ilk” olan birçok duyguyu burada yaşadık.. bana bunları yazdıran biraz da bunlardır belki de.. Mahalledeki herkes, köşe başındaki bakkal amcamız olan “Ali Bülbül’den” alışveriş ederdi.. bir de sokaktan geçen seyyar satıcılardan.. o yıllarda, hiç kimse bile bile sağlıksız, bozuk besinleri üretip satmazdı.. kimse kimseye bilerek yalan söyleyip kazık atmazdı..
Mahallelerimizdeki evler, şimdiki isimle, çoğunlukla “gecekondu” tipindeki evlerdi.. birçoğu, sıvasız, toprak damlı, yağmurda damları akan, çoğunda elektrik, hatta şehir suyu bağlantısı olmayan evlerdi.. annelerimiz birbirlerine çoğu zaman, “komşu” diye seslenirlerdi.. komşuluk önemliydi.. toplumsal uzlaşmanın önemli bir kilometre taşı idi komşuluk..
Evlerin içleri, yapıları gereği, dikkatli bakıldığında görülebilirlerdi.. gerçi o zamanlar insanların birbirlerinden saklayacak pek fazla şeyleri de yoktu.. yoksulluk ve yoksunluk insanlar için, adı konmamış en önemli ortak payda ve ait olma duygusu idi.. belki de bu nedenle, o yıllarda, birbirlerine yardım etme ve paylaşma konularında insanlar çok büyük bir özveri duygusuna sahiptiler..
Hiç çekinmeden birbirimizin annesinden yiyecek bir şeyler isteyebilirdik.. hiç kimse bu davranışımız için bize “bu ayıptır” dememişti.. hem zaten, içten yapılan bir davranışa ayıp denemez ki.. Aklıma geliverdi.. o yıllarda “süt kardeşliği” denen bir kavram ve durum vardı toplumumuzda.. birbirine yakın doğum yapmış annelerden, sütü yeterli olmayanın çocuğunu diğer anne emzirirdi.. aynı anneyi emen çocuklar da “süt kardeşi” olurlardı.. o yıllarda anneler, göğüsleri bozulacak, sarkacak diye çocuklarını emzirmemezlik etmezlerdi...
Bir de “mahallenin namusu” kavramı vardı.. şimdilerde bu kavramla da alay ediliyor.. bunu, belli dönemler için, müthiş bir oto-kontrol olarak değerlendirmek mümkün aslında.. neden devam ettiremedik acaba bunları? Geçenlerde kızımla yaptığımız bir sohbette, konu nasılsa açıldığında sormuştum.. “sen ayakkabıya pençe yaptırmak nedir, duydun mu hiç?” demiştim de, “hayır” demişti..
Bizim ayakkabılarımıza, artık tutmayana kadar pençe yapılırdı.. yani altı delindiğinde, ayakkabı tamircileri delik yere yama yapardı ve bu yamaya da “pençe” denirdi.. pençeli ayakkabı ya da yamalı elbise giymek, ayıp değildi ve bu durum bizim zorumuza gitmezdi.. dedim ya, yoksulluk ve yoksunluk kutsal bir ortak payda idi.. söylemek gereksiz.. bizim nesil, bugün biraz da alaycı bir eda ile anılan; “yerli malı kullanma haftaları yapan” nesildi.. belki de bütün bunların doğal sonucu olarak, biz birbirimizi kıskanmazdık..
Okullar yarım gündü.. ama o yarım günde aldığımız eğitim mükemmeldi.. bu eğitimin en önemli, adı konmamış ve görülmeyen yanları, “büyüklere saygı” ve “ülkemizi sevmek” üzerine idi..bu iki kavrama aykırı davrananlar ayıplanırdı.. Aslında “ayıp olan” ve kesinlikle yapmamamız gereken, birçok şey öğretilirdi bize evde ve okulda.. bugün “etik değerler” diye adlandırılan toplumsal kurallar ve ahlak öğretileri hepimizin yaşamında olmazsa olmaz değerlerdi.. bu konuda herkes herkesi uyarmak yetkisine sahipti.. bir de öğretmenlerimizle ilgili konu var.. onlardan hem çekinir ve korkar, hem saygı ve hayranlık duyardık.. bize göre onlar kutsal insanlardı.. bir öğretmenle karşılaşan, konuşan herkes, önünü iliklerdi..
Elbette “Anadolu Liselerine” ya da “Üniversiteye Hazırlama” kursları yoktu o yıllarda.. ama, kolej denen özel okullar vardı.. devlet liselerine ve kolejlere aynı öğretmenler giderdi.. eğitim alanında tam bir eşitlik vardı.. herkes aynı kaliteli eğitimi alırdı.. liseden sonra seçilen üniversite ve meslekler tamamen kişisel yeteneklerle ilgiliydi.. sahi.. o yıllar, rehberlik uzmanları, aile danışmanları ya da çocukların götürüldüğü psikologlar yoktu.. ama sanki toplum daha mı sağlıklıydı, yoksa bize mi öyle geliyordu, bilmiyorum.. Toplumda, olsa olsa bir “Demirgırat” ve “Halkçılar” “Paşacılar” diye ayrım vardı.. hiç kimse bir diğerini, başka partiye oy veriyor diye düşman bellemiyordu.. hele aynı inancı paylaşmıyor diye bir başkasının yaşamına son vermek akıl-mantık dışı gibi görülürdü.. insanlar kendileri ve evrenle barışıktı kısacası.. birileri mi nifak soktu aramıza, yoksa biz mi yatkındık, buna çözemedim ben.. Ne oldu bize böyle?
Yukarıda yazdıklarım bir ütopya değil.. geçiş toplumu insanlarına ait klasik bir duygu olan, “geçmişe olan özlem” hiç değil.. 1940’lı, 1950’li hatta 60’lı yıllarda bu ülkede doğanlar yaşadı tüm bu saydıklarımı.. (Elbette bu cümle ile, o yılların yöneticileri ve bizzat insanlarımız hiç hata yapmadılar demek istemiyorum.. ama hiç bu kadar dibe vurmamıştık..) Mahallemizi elimizden aldılar, çok katlı, her biri köy büyüklüğünde sitelere hapsolduk.. komşusuz kaldık..
Belki yoksulluk ve yoksunluklarımız o yılara göre biraz azaldı ama artık hiçbir şeyimizi paylaşamaz olduk diğer insanlarla.. Çocuklar artık üzerine vita yağı ya da biber salçası sürülmüş ekmekler yemiyorlar.. hamburger daha mı sağlıklı acaba, bilmiyorum.. ama uzmanlar “obezite” ve “sağlıksız beslenme” denen bir şeyden söz ediyorlar sık sık.. Bırakın pençeli ayakkabıyı, herkesin dolabında 10-15 ayakkabısı, 8-10 kotu var.. Eğitim diye çocuklarımız korkunç sıkıntılara sokup her birini arkadaşlarını mutlaka geçmesi gereken yarış atları gibi yetiştiriyoruz.. ve sonra da “bu çocuk hiçbir şeyden zevk almıyor, odasına kapanıp bilgisayarın başından kalkmıyor” diye söylenip psikologlara koşuyoruz.. gerçekte onların mı ihtiyacı var psikologlara yoksa anne-babalarının mı, kestiremiyorum..
Biz güzel insanların, kanaatkar insanların, kıskanmayan insanların, yardımlaşmayı seven insanların, fedakarlık yapan insanların, kin beslemeyen insanların, en önemlisi Anadolu Müslümanlığı denen, hoşgörü ve sevgiye dayalı bir inanç sistemine sahip insanların meydana getirdiği bir toplumduk.. ne oldu bize böyle? İçimizdeki bu öfke, bu nefret, bu sevgisizlik, bu hoşgörüsüzlük, bu inanılmaz bencillik ne zaman musallat oldu bize? Nerede hata yaptık? Biz mi bozulduk, birileri mi bizi bozdu? Gerçekten bize ne oldu böyle? Bilen varsa anlatsın bana lütfen! ********************************************************************** Adana'ya her gidişimde, fırsat buldukça, mahalle arkadaşlarımla ayrı, lise arkadaşlarımla ayrı, bir Adana akşamında buluşup eski günleri yad ediyoruz.. yıllardır bu alışkanlık haline gelmişti.. altı ay kadar önce gittiğimde, "yaaa, bu sefer kızları da arayalım, isteyen, zamanı olan gelsin" diye bir fikir ileri sürmüştüm.. (kızlar bizim mahallenin 50'lik, 60'lık kızları elbette ki!!)
Ulaşabildiklerimize haber verdik, bir lokantada 20 kişilik yer ayırttık.. 20 kişi diye tahmin ettiğimiz grup tam 51 kişi oldu.. olayı duyan herkes gelmişti.. inanılmaz bir buluşma oldu.. aramızdan ayrılanlar olmuş elbette.. hem de hayli fazla insan vefat etmiş.. yıllardır görüşmeyen insanlar, lokantadaki insanların şaşkın bakışları altında, birbirlerine sarılarak çocuklar gibi ağladılar..
Geçen hafta buluşmayı tekrarladık.. kardeşim Nahit, sahibi arkadaşı olan, bir otelin salonunu ayarladı.. tam 74 kişi bir araya geldik.. gelemeyen sadece birkaç kişi kaldı.. onlar da mayıs toplantısına mutlaka gelecekler..eğlence gecesi şekline dönüştü buluşmamız..gecenin en çok kullanılan iki cümlesi;
- Beni tanıdın mı? ve - Aman Tanrım, yoksa sen .......... misin? cümleleri idi.. inanın, yaşananlar kelimelerle anlatılamaz.. 40 yıldır birbirlerini ilk kez gören insanlar vardı.. İmkanınız varsa bu tür buluşmalar, aile yemekleri, pazar kahvaltıları vb toplantılar düzenlemenizi, bu tür birlikteliklere önayak olmanızı öneririm.. Bireyselleşelim derken bencilleştiğimiz dünyada buna öylesine ihtiyaç var ki!! Hele de son 12 yıldır bizi birbirine düşman etmek isteyen insanların iktidar olduğu bu güzel ülkemde, onların tüm çabalarına rağmen birbirimize sıkı sıkı sarılmak, son derece önemli hale geldi..