27 Temmuz 2016 Çarşamba

Fırına geldiğimde

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı; “Biraz bekleyeceksin hocam. İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum.” dedi. Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selâm verdikten sonra, fırıncının tezgâhına yaklaşarak; “Ekmeklerimi alayım! Benim ikizler acıkmıştır.” dedi. Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgâhın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden 4-5 tane çıkardı. Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgâhın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu. Fırıncıya sordum:

- Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak dedin ya!..

- Bayat ekmekleri kendisi istiyor. Çok fakir bir adam. Ona bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyorum. - Kim bu adam?

- Kendisi Kore gazilerinden. Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefât edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşı var. Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum. Fırıncıya yavaşca dedim ki:

- Aradaki farkı ben vereyim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler. Fırıncı, teklifimi kabul etti. Biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgâhın altına koyarken ihtiyara takıldı:

- Bugün çok şanslısın hacı amca. Çocuklar için sana pasta gibi ekmek vereceğim. Yaşlı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırarak kapıdan çıkarken bana döndü ve dedi ki:

- Allah, senden razı olsun evlâdım. Bugün onların doğum günüydü..

DÜNYADA BİNLERCE AÇ İNSAN VARKEN LÜTFEN İSRAFTAN KAÇINALIM

Hocam…

Hocam… Soğuk bir Aralık sabahı Çapa’daki odasının kapısından içeri giren, üniversiteyi bitireli birkaç yıl olmuş genç bir biyologdu. Kapıyı iki kere çaldıktan sonra kafasını uzattı.

─Hocam müsait misiniz? Biyoloji Bölümü’nden Avni Bey gönderdi beni… Aramıştı sizi… ─Hatırladım, hatırladım. Melanoma (cilt kanseri) genetiği ile ilgili çalışıyormuşsun, gel içeri gel… Yüzünde son nefesini verirken bile eksilmeyen o tatlı gülümsemeyle Genç adama “Kahve mi içersin çay mı?” diye sordu.

─Zahmet olmasın hocam… bir iki sorum vardı. Onları sorup sizi çok yormadan gideyim ben…

─Zahmet filan olmaz. Ben de şimdi tomografiden çıktım. İki laflarız işte... Genç adam duraksadı.

─Meme kanseri tedavisi görmüştüm. Geçti bitti diyorduk. Bugün öğrendim ki karaciğerimde de küçük bir leke varmış. “Küçük bir leke” dediği, memesinde başlayan kanserin vücuduna yayıldığının ilk haberiydi aslında. Genç adam durumunun farkına varınca, endişe dolu bakışlarla, nazikçe, “Daha sonra rahatsız edeyim sizi isterseniz?" dedi. Hoca güldü ve “Çevrende hiç kanser teşhisi konan oldu mu çocuk?” diye sordu. “Hayır hocam." dedi.

─Bak o zaman sana ilk dersi veriyorum: Bu kanser denen mikrop tek başına hiçbir gücü olmayan zavallıcıktır. Kanser tek başına kimseyi öldürmez; ölümcül olması bir yalnızlık, bir çaresizlik, bir umutsuzluk, bir üzüntü, bir stres arar. Ona bu fırsatı vermesen, er ya da geç çeker gider. O yüzden sen şimdi hocanı bu zavallı mikropla yalnız bırakmayı çıkar aklından ve anlat bakalım, ne yapıyorsun, ne ediyorsun?” Böyle tanışmıştık Hocam Türkan Saylan’la. “Tanışmıştık” diyorum ama bazen tanımak için tanışmak yetmiyor. Bazı insanları tanımak için onları yaşamak, anlamak, attıkları her adımdan, ağızlarından çıkan her heceden bir şey öğrenmek gerekiyor. Hoca da öyle biriydi. O gün kapısından çıkarken "Sakın ha literatürü açıp 'Hocanın ne kadar ömrü kaldı?" diye bakma, literatür insan hikâyesi yazmaz, rakam yazar." demişti. Aradan geçen yıllar içerisinde Hocayı çok daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Ne zaman başım sıkışsa telefona sarılıyordum. Bir gün “Ben bilim adamı olmaktan vazgeçtim Hocam!" diye aradım. Kızacağını sanıyordum, kızmadı. Sadece bir öğüt verdi ki hâlâ kulağıma küpedir: “İnsan olmaktan vazgeçme yeter.” Hoca haklıydı. Her karar aslında bir vazgeçiştir… O yüzden vazgeçebilirdi insan birçok şeyden ama insan kalmakta israr etmeliydi. Böyle bir Mayıs ayında kaybettik Türkan Hoca’yı… “Kanserden öldü."dediler. Yalan! Hocayı kanser öldürmedi. Genç kızlar da okula gidebilsin diye hayatını ortaya koyan, bu ülkenin yetiştirdiği en aydınlık yüzlü kadındı Türkan Saylan. Onu ölüm döşeğinde “terörist” ilan edenler öldürdü. Onu televizyonların canlı yayınlarında, gazete köşelerinde “muhabbet tellalı” ilan eden medya pezevenkleri öldürdü. Bakmayın siz şimdi kurdukları sahnede oynadıkları “masum” rollerine… Türkan Saylan’a ölüm döşeğinde ‘darbeci’ diye operasyon yapılırken sessiz kalan, cenazesine katılmaya tenezzül etmedikleri gibi bir çiçek bile göndermeye korkanlar yüzünden öldü Hoca. Tanıştığımız gün kapısından çıkarken “Bakma” dediği o literatüre Türkan Hocam öldüğü gün bakmıştım. Biliyor musunuz ne yazıyordu? “En fazla bir sene…” Oysa Hoca o günden sonra tam 13 sene daha yaşadı. Ve bıraksalar belki bir 13 sene daha yaşayacaktı… Hatırlıyor musunuz ne söylemişti? “Kanser kimseyi tek başına öldürmez…” Candaş Tolga Işık KAFA dergisi /Mayıs sayısı

EVLATLIK

Evleneli oniki yıl olmuştu. Çocuk sahibi olamamıştık. Tedavi için gittiğimiz doktorların hemen hepsi aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişlerdi. Bu gerçekleri duymak eşim için de benim için de her seferinde yıkım oluyordu. "Çocuk sahibi olabilmeniz imkansız görünüyor" Bu kelimelerin her tekrarlanışı umudumuzu iyice yitirmemize neden olmuştu. -Neden evlatlık edinmiyoruz? dedim eşime -Sahipsiz onca çocuk varken... Belki de Allah onlardan birine sahip çıkmamızı istiyor. Ve belki de bu yüzden bir bebek sahibi olmamızı dilemiyor. Yetimhanede bebeklerin bulunduğu bölüme girer girmez, ilk onu gördüm. Ayaklarını havaya dikmiş, elleri ile onlara ulaşmaya çalışıyordu. Harikulade bir bebekti ve ben ondan gözlerimi alamıyordum. -Bu... bunu kendimize evlat edinelim dedim. Daha ilk bakışta ona karşı öylesi güçlü bir sevgi hissettim ki, sanki doğurduğum çocuğumu emanet bıraktığım bir yerden geri almak üzere gelmişim hissine kapıldım. Ancak yetimhane yetkilileri evlat edinebilmenin biraz güç olduğunu söylemişlerdi. -Ben bu bebek için sonuna kadar mücadele edeceğim. dedim eşime Oda zaten bu konuda en az benim kadar kararlıydı. O günden sonra, gerçekten de onun için çok mücadele etmek zorunda kaldık. Bir çok araştırma, soruşturmaya tabi tutulduk. Aylarca uğraştık ama sonunda onu bize verdiler. Kızımızın hayatımıza girmesi ile birlikte yuvamızın tek eksiği de artık tamamlanmıştı. O harika bir bebekti. Eşimle ben onun için çıldırıyorduk. Kızım okul çağına geldiğinde ona gerçeği anlattık. Artık kendisinin öz anne ve babası olmadığımızı biliyordu. Bu gerçeği öğrenmiş olması onda tahmin ettiğimiz şoku yaratmadı. Küçücüktü fakat inanılmaz derecede olgun bir çocuktu. Birgün arkadaşıyla sohbetlerine tanık oldum. Sevgili kızımın o gün arkadaşına söylediği sözler, benim hayatımda aldığım en güzel ödül oldu. "Ben evlatlığım" dedi kızım Arkadaşo şaşkın bir ifade ile sordu;"Evlatlık ne demek?" Küçük kızım şöyle yanıt verdi. "Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir."

Bir zamanlar Afrika’daki

Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: “Bunda da bir hayır var!” Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: “Bunda da bir hayır var!” Kral acı ve öfkeyle bağırdı: “Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?” Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. “Haklıymışsın!” dedi. “Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi” “Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı. “Bunda da bir hayır var” “Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral. “Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir” “Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?” “Ve sonrasını düşünsene…” * Alıntı

BAŞARININ SIRRI (MUTLAKA OKUYUN)

İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu. İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok. Herkese başarılar dilerim.

CUMHURİYET NEDİR?

CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? (Alıntı) Daha ilk okuldayım. Evde telefon çaldı. Koştum, açtım. Babamın okul arkadaşı Kerim amca. O da babam gibi öğretmen. Çocukluğumuzun öğretmenleri işte… İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başladı....

-Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir?

- Zafer, Konya’nın plakası kaç? Hepsini yanıtlıyorum. Ardından o zaman bana çok garip gelen bir soru geliyor:

-Zafer, ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? Şaşırıyorum.

- O nasıl soru Kerim Amca? Kerim Amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak,” diyor. “Okulun akıllısı Zafer. Yanıtını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana ver. Sonra da babana sor. O sana yanıtını verir.” Babamla Kerim Amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum:

- Baba, Kerim Amcam sordu. On yumurta kaç öğretmen eder? Babam da gülmeye başlıyor. Ardından, gülerek başlayan, ama bittiğinde ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor: Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu. Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur. 1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar. Tabii yürüyerek. Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var. Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş. Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok. Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar. Kalemi de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar. İkisi de başarmıştır. Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün. Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, şimdi Hükümet Konağı'nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte… Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler. İkinci gün de sınav başarılıdır. Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamı… Babam, öykünün sonun şöyle bağladı: BAK OĞLUM, KÖYDEN ON YUMURTAYLA ÇIKAN İKİ ÇOCUĞUN ÖĞRETMEN, SUBAY, MÜHENDİS, MİLLETVEKİLİ HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLDİĞİ YÖNETİME CUMHURİYET DENİR. (Alıntı)

O zamanlar tığ gibi delikanlı

O zamanlar tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Oyuncu bir de, Mavi Boncuk filmini cekiyoruz. Bir gün setten çıktık eve gidiyoruz. Ben Laleli'de oturuyorum. Kemal, benden önce çıktı. Herkes yevmiyesini almış, taksiyle giden gitti, kendi arabasıyla giden gitti. Ben baktım ki Kemal yürüyerek gidiyor; üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor. Merak ettim, nereye gidiyor bu adam böyle diye. Uzun süre yürüdü,sonra bir bankta bir adam yatıyordu. Kaldırdı adamı, bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım. Sonra biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm... Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım: 'tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?' dedim. 'Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana..' dedi. Teşekkür ettim. Az ilerdeki lokantaya gittim: 'Az önce gelen beyin borcu mu var size?'dedim. tanımadılar beni: 'Kemal abi'nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz, o da sağolsun, onların yemek masrafını öder...' dedi.. Ertesi gün Kemal'in yanına gittim. 'Sen ne güzel bir adamsın ya..' dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım.. 'Ölme sen benden önce..' dedim, ama dinletemedim... Yazan: Emel Sayın

Aşk

Aşk bir acı olsaydı yakardı canımı
Aşk bir tatlı olsaydı mutluluk verirdi bana
Aşk bir şarkı olsaydı melodisi dilimden düşmezdi
Aşk bir yaşam biçimi olsaydı işte o anda nefes alamazdım..Aşk bir oyunsa kazanan benim
Aşk bir denizse dalgalar benim
Aşk bir piyesse başrol benim
Aşk bir testse, ben bütün seçeneklerim...

Aşk acı çikolataysa ben sevmiyorum
Aşk yoksa bende yokum
Aşk kaybetmekse kumarda kazanıyorum
Aşk sensen ben yaşamıyorum

Aşk basit iki üç harfin yan yana gelmesinden oluşuyorsa,
Kelimeler yetmiyorsa anlatmaya,
Koklayamıyor, tadamıyorsak aşkı,
Aşk aslında a'la başlayan ş'le devam eden ve k'le son bulan basit bir kelime oyunudur...

Gözde ERAL

KENDİSİNE ATATÜRKÇÜ'YÜM DİYEN

“KENDİSİNE ATATÜRKÇÜ'YÜM DİYEN ;
Madde - 1: Emperyalizme ve kapitalizme karşı koyar!
Madde - 2: Uşak olmaz, uşak! Ne Amerika'ya, ne Sovyetler'e, ne Çin'e, ne Avrupa'ya, uşak olmaz!
Madde - 3: Kuvayı Milliye ruhuna sahip olur, emperyalizme ve kapitalizme karşı halkı örgütler. Ve başı dimdik olur! Tam bağımsızlık ilkesinden söz eder. Atatürk ilkeleri için inkılap demez devrim der,Devrim!”

TÜRKLER GİBİ EĞLENMEK



Almanya'dan gazeteci bir dostum aradı. Bir meslektaşımızın Ankara'ya geleceğini ve Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir makale yazacağını söyledi. Gelecek arkadaş Türkiye'nin katılımına sıcak bakıyormuş. Benim adımı, telefonumu vermiş, yardımcı olmamı istiyormuş. Kabûl ettim. Neticede bir yerde memlekete hizmet durumu.....

Ertesi gün aradı, buluştuk. Bir yerde oturduk bir-iki fincan çay içtik. Nereye gitmek istediğini sordum. "Kocatepe Camii" dedi.

"Niye", diye sordum. "Sen Müslüman mısın?".

Değilmiş, ama merak ediyormuş. Neyse gittik. Bana kubbenin çapından, avizenin ağırlığını, toplam kapalı alanın metrekaresinden, avlunun kapasitesine kadar sorular sordu. Önce soruyu soruyordu, ondan sonra cevâbını veriyordu. Sonra akşam oldu.

"Türkler gibi eğlenmek istiyorum" dedi. "Siz nasıl eğleniyorsanız, bir akşamı nasıl geçiriyorsanız, tam öyle".

"Yahu yapma" dedim,

"Bünyen kaldırmaz" dedim, dinletemedim.

Eh, artık keyfi bilir. O yıllarda Ankara' da benim en sık uğradığım mekânların başında Sembol Tanju'nun Neyzen'i vardı. Beraber Neyzen'e gittik.

Önce dekorasyondan büyülendi. Hatta not defterini çıkardı, ufak tefek eskizlerini çizdi. Derken ney taksim başladı. Çok şaşırdı; "Bu dini bir enstrüman değil mi? Dini müzik çalıyor. Burası dindarların devâm ettiği bir lokanta mı" diye sordu. "Boşver" dedim, "takıl".

Neyden sonra ise –Neyzen'de adet olduğu üzre- aryalar okunmaya başlandı. Misafirim biraz daha şaşırdı. "Sizde" dedi, "dinî müzik dinleyen, opera da dinliyor mu?".

"Sizde dinlemez mi" diye sordum, aklı karıştı. Bu arada hayret içinde masaya yığılmaya başlayan mezelere, masalardan masalara yapılan rakı-meze ikramlarına bakıyordu.

"Burada herkes birbirini tanır mı"diye sordu, "yoo, yahu boşver, sen takılmana bak" dedim.

Aryalar bittiğinde ise sıra popüler şarkılara geldi. Benden sözlerini çevirmemi istedi. Bir-iki şarkı sonra not defteri yeniden çıktı ve deli gibi not tutmaya ve soru sormaya başladı.

Alevi türküsü okununca, "burası Alevilerin yerimi?", Dokuz sekiz çalınca, "buraya Çingeneler mi geliyor", Ege türküsü okununca "buradakiler efeleri neden destekliyor? " diye sorular sordu durdu. Arada bir de "bu müziklerden birini dinleyen ötekileri de dinliyor mu?" diye sordu, daha da neler neler;

-Şu Urfa'nın etrafı dumanlı dağlar

- Buraya Urfalılar mı geliyor?

- Hayır.

- Lörke, lörke, lülülülü

- Burası Kürtlerin mi?

- Hayır

Bunlara anlam vermeye çalışırken, önce "Çiao Bella" sonra da "Venseremos" çalınca birden ciddileşti.

-Bana istediğini söyle, ama ben bunun Şili Komünist Partisi marşı olduğunu biliyorum.

-Doğru, öyle zâten.

-Burası Komünistlerin mi?

-Şöyle bir çevrene bak, öyle mi görünüyor?

-…

Hayatında peçetenin sadece ağız silmek için olduğunu zanneden ve çatal-kaşık ile tabağa vurarak hiç bateri çalmamış bu arkadaş, sandalyelere çıkanlardan da önce biraz korktu. Sonra onun da içi gitti, fark ettim, ama bir şey söylemedim.

Mezeler bitip, balıklar geldiğinde ise fena afalladı. Önce "biz yemek yedik ya" dedi, sonra "ama ben doydum" dedi, fakat ben "madem Türk gibi eğleneceksin, bunu da yemelisin" deyince, pek itiraz edemedi. Bu arada ben de şarkıları türküleri çevirmeye devâm ediyordum. Ben çeviriyordum, o dehşet içinde bana bakıyordu, sonra bir soru soruyordu, ben de cevâp vermeye çalışıyordum;

-Yaslan dağın yamacına Halil İbrahim.

-İbrahim kim? Meşhur birisi mi?

-Ben ne bileyim.

-Herkes alkışlıyor, onlar mı tanıyor?

-Bilmem. Yahu, güzel bir türkü işte, takılmaya bak.

-Düşman galip geldi haklayamadım, döküldü cephanelerim toplayamadım.

-Bu, kahramanlık türküsü mü?

-Hayır, eşkıya türküsü.

-Bu eşkiyalar politik mi?

-Yok be, bayağı eşkiya. Bizde eşkiyaya türkü yakarlar.

-Peki şu kızla adam niye romantik romantik dansediyor.

-Şarkı güzel.

-Ben bunu anlamıyorum. Yani aşk, düşman, cephane?

-Boş ver işte, takıl.

-Vur hançeri kadınım ben öleyim.

-Neden kadınının onu bıçaklamasını istiyor?

-Çok seviyor.

-Seviyorsa evlensinler.

-Evlenemezler.

-Niye?

-Dedim ya, birbirini çok seviyorlar.

-Kanım aksın ki, terk etmem seni.

-Neden kanı akıyor, kaza mı geçirmiş?

-Yok canım. Yani o kadar çok seviyor. Seni terk edersem öleyim diyor.

-Biraz garip.

-Yahu boşver, sen takıl.

Bir-iki şarkı daha dinledi. Sonra patladı;

-Yahu sizde bütün şarkılar aşk ve ölümle ilgili.

-Evet, ne olmuş. Hayat da öyle. Başka ne var ki?

-Doğru aslında. Ama biraz garip değil mi?

-Ne yapacaktık, çayıra çimene şarkı mı yazacaktık? Biz bu kadarını yapabiliyoruz.

-Yanlış anlama. Hepsinin de sözleri çok güzel.

-Sorun ne?

-Bilemiyorum.

Bütün masalar ağzı kulaklarında hoplaya-zıplaya "sürünüyorum" diye göbek atarken, yüzünü görmeliydiniz. Sonra Çile Bülbülüm çalınca, bu defa komaya girdi.

- Bu şarkıda ‘Allah’ diyorsunuz.

- Evet, deriz.

- Ama Allah deyip rakı içiyorsunuz.

- Ne olmuş, içeriz.

- Yanılıyorsam, lütfen düzelt. İslâm'da alkol günahtır.

- Doğru.

- O zaman neden yapıyorsunuz?

- Güzel oluyor. Sana bir sır vereyim mi? Bugün müzede gördüğün heykeller varya, dün burada onlar içiyordu. Allah deyip, rakı içtikleri için taş oldular. Garsonlar onları gizlice müzeye taşıdı.

- …

- Yahu şaka, gevşe biraz. Sen takılmana bak.

10. Yıl marşı başlayıp, bütün masalar tempo tutunca ise manası Türkçe'de aşağı-yukarı "oha" olan bir lâf etti. En çok da Onuncu Yıl Marşı eşliğinde tren yapılmasını yadırgadı. Önce kısık bir sesle "burası emekli subayların lokantası mı" diye sordu. Nasıl baktıysam, "boşver" dedi, "takılalım".

Bir de bir Arap bir de Yunan şarkısı çalınca tümden aklı karıştı.

-Siz Yunanları seviyor musunuz?

-Arada bir.

-Ama Yunan şarkısı dinliyorsunuz?

-Arada bir işte.

-O demin söylenen Arapça şarkı ne diyor?

-Ne bileyim ben.

-Yunanca şarkının sözleri ne?

-Yahu nereden bileyim?

-O zaman neden dinliyorsunuz?

-Güzel oluyor. İlla anlamak mı lâzım?.

- …

Bir Azerî türküsünü de tercüme edince, "buradaki herkes Azerice biliyor öyle mi?" diye sordu, ama artık ben de de cevâp verecek takat kalmamıştı.

Onun bu kültür şoku üç-dört saat sürdü. Sonra kalkmak istedi, yorulmuştu.

"Yahu olur mu" dedim, "daha çorba içeceğiz". Bana çok garip baktı, "ama yemek yemiştik. Yemekten sonra da balık yemiştik. Rakının üzerine nedense bira da içtik. Üstelik o kadar yemeğin üzerine sıcak helva da yedik, sonra bir de meyve yedik. Onun da üzerine kuru yemiş yedik. Kahve de içtik"…

"Olmaz", dedim. "Şimdi de çorba içeceğiz. Devâmında da dürüm yiyeceğiz. Türkler gibi eğlenmek istemiyor muydun?" Boynunu büktü. Bir şey söylemedi.

Oradan bir dürümcüye gittik. Mercimek çorbası, birer porsiyon soslu-soğanlı dürüm. Ben "keşke başka çorba içseydik" deyip, keyifle, şırdan tuzlama, paça ve işkembeyi anlatmaya başladım, ama yüzünü ekşiterek eliyle "ne olur sus" gibisinden bir hareket yaptı. Onu pek anlamadım.

Yolda bana baktı, baktı sonra; "biliyor musun?" dedi, "biz Almanlar da aslında eğleniriz"…

"Ne yaparsınız" diye sordum, "uzun masalarda yan yana oturup, bira içerek, sallandığınızı biliyorum. Bir de bizde ilkokulda deve-cüce diye bir oyun vardır. Galiba onu da oynuyorsunuz" dedim. O bir şey demedi…

Biraz sonra "biraz fark olacak tabii, siz Akdeniz milletisiniz" dedi.

Ben de "tam değil" dedim. "Aslında aynı zamanda Kafkasyalı, Orta Asyalı, Orta Doğulu, Avrupalı, Balkanlı ve Egeli, Karadenizli' yiz" dedim.

"Haydi" dedim.

Sevinçle "otele mi gidiyoruz" dedi.

"Yoo" dedim, "Gölbaşına. Orada göl var. Şimdi yola çıkarsak, şafak sökerken orada oluruz. Güneş doğarken rakı içeceğiz".

Bana garip garip baktı, "ondan sonra otele dönebilir miyim" diye sordu.

Kahvaltı saatinde oteline bıraktım. Öğleyin yeniden buluştuk. Ne kahvaltıda ne de öğle yemeğinde hiçbir şey yememiş. Sadece soda içmiş.

"Keşke kahvaltıda benim bildiğim bir yer var, oraya gitseydik. Sucuklu yumurta yerdik" diyecektim, vazgeçtim.

"Sakın Türkleri AB'ye sokmayın" diye bir yazı yazmış. Çok şaşırdım; "bana senin Türkiye'nin AB'ye girmesini istediğini söylemişlerdi" dedim.

"Öyleydi" dedi, "ama o zaman daha Türkiye'ye gelmemiştim" dedi.

"Türkiye'yi sevmedin mi" diye sordum.

"Bayıldım" dedi, "harika bir ülke" dedi, "ama AB'ye girerseniz, hem siz bozulursunuz hem de biz bozuluruz" dedi. Çünkü biz zâten dominan kültürmüşüz. AB'ye girersek, on sene sonra Fransızlar, Almanlar "sürünüyorum" diye göbek atmaya, yeni nesil "kadınım bıçakla beni, seni çok seviyorum" diye ilân-ı aşk etmeye başlarmış.

"Şu Ren'in suyu akar delidir oy, oy, oy" gibi, "yaslan dağın yamacına Hans Peter'im" gibi, "Münih'in etrafı dumanlı dağlar" gibi filân işte…

Ayrıca bütün Avrupa obez olurmuş. Kimse de sabah işe zamanında yetişemezmiş.

"Biz nasıl bozuluruz?" diye sordum.

"Size" dedi, "AB'de bunların yarısını yaptırmazlar" dedi.

Aman neyse boşverin, biz takılalım… O da artık takılıyor zâten. (Alıntı.)

GÜLEREK DÜNYAYA BAKMAK

Gülmeden geçirilen bir gün yaşanmamış sayılır der Fransız atasözü. Toplum içinde yaşadığımız için, elbette güleceğiz, eğleneceğiz. Günümüzü güzel geçirmeye çalışacağız. Ruh ve beden sağlığı yerinde olan insanlar, dengeli neşeli, karşıdaki insanları kırmadan dökmeden, ironi yapabilir, kinayeli konuşmalar olabilir. İnce ince Yasemince cinsinde alayımsı tebessümlü esprilerde yapılabilir. Espri yapmak bir zekâ işidir. Ama karşıdaki insanın kültürü atmosferi, kişiliği de göz önüne alınmalıdır. Her gün aynı yaşayan bütün ömrünü bir gün yaşamış gibi olur. Arkadaşla sohbet ve muhabbetlerinde bencilliğe yer yok. Hep ben konuşayım, karşısı dinlesin.

- Ne olursunuz dostlar hanımın beni evde konuşturmuyor. Hiç olmazsa burada kendime zaman buluyorum, fazla konuşayım. Ama bugünlerde moralim çok bozuk, bol bol espri şaka konuşuruz, deşarj olurum.

- Diyemeyiz. Madem demokratik bir ortamdayız. Kaç kişi isek zamanı bölerek hepimiz eşit şartlarda düşüncelerimizi, fikirlerimizi söyleye biliriz. Dinlemesini bilmekte bir erdemdir. İnsan konuştukça ne bildiğini söyler, dinledikçe de bilmediğini öğrenir. Bazıları da ne kadarda güzel konuşur. Konuşma kurallarını bilir. Ses tonunu ayarlar. Sanki karşısındaki insanın ruhuna hitap ediyormuşçasına konuşur. - Deriz ki hep o konuşsa da bizler hep dinlesek!

- Denk bejler böyle değil mi? Nasılda ballandıra ballandıra masal anlatırlar. Masalları anlattıkça insanlar, gerçek üstü, masalımsı düşüncelere dalarlar. Sonrada gerçek düşünce ve davranışlara yönelir.

- Hayatın bazı bölümleri de böyle değil mi? Zaman zaman olmadık şeyleri düşünür, garip hallere dalarız. Ama hayat böyle değil hayatın provası yok. Bazı zamanlarda saniye içinde karar vermemiz gerekiyor. Araba kullanırken nasıl Saliselerin değeri var. O an kafanız başka yerde olursa, kaza yapmamanız imkânsız.

- Bu kadar lafı neye söyledik ki... Demek istiyoruz ki şaka yapmakta Entelektüel boyut ister, kültür ister, insan psikolojisinin ruh hallerini bilmek ister. Ortamın atmosferin olgun olması gerekir. Bazı insanlara bakın, el şakası yapmayı çok sever. El şakalarını boyutu ayarlamak gerekir. Uçurum kenarında sırf gülmek için el şakası yapmak pek te akıllı işi değildir. Ölümlere sebep yaratmamalıdır. Avam kültüründe el şakası yapmak geçerli, çünkü her hareketini beden dili ile yapmayı sever. Beden dilini gücü yüksektir. Bir bakışı bir tarzı çok şeyi ifade eder. Hep diyoruz dil kırmızıdır. Sağa sola döner yalanda söyler. Ama beden dili yalanı bilmez. Batı toplumları, kültürlü toplumlar, konuşma dili çok kuvvetli, edebiyatı kuvvetli, konuşmaları insana zevk ve neşe verir. Belki de birkaç dil bilindiğinde fazla memleket dolaştığında insanın bilgi ve görgüsü artar, anlatacakları çok şekilde anlatır, dilin çok şekli vardır. Onun için diyoruz ki kültürlü toplumlarda latifeler şakalar, espriler, ironiler, alaylar, belirli bir atmosfer içinde geçer. Film şeridi gibi tadına doyum olmaz. Komedi sanatçılarına bakın, anlattıkları şeylere önce ortamını yavaş yavaş hazırlar, tam kıvamına geldikten sonra da peş peşe esprileri sıralarlar. Çünkü seyircinin kıvamını yakalamıştır artık. Önemli olan kişinin ve ortamın hazır olması. Komedi sanatların en zorudur. Onun için komedi sanatçıları yapacakları komediyi ayna karşısında en az kırk defa tekrarlar. Konferans konuşmacıları, kürsüye çıkana kadar konuşmalarını, önceden beş altı kez tekrarlar, hazırlar sıraya koyar ve kurgular. Hangi bölümde beden dilini devreye sokacağını, nerde ses tonunu ayarlayacağını, ciddi konuları anlatırken seyircinin dikkatini kendine çekmesi için nereye espri yerleştireceğini çok iyi bilir. Çünkü konusuna hâkimdir. Bir konferans verebilmek için uzun süre çalışma yapmıştır. Komedi sanatçıları her gün bütün gazeteleri okurlar, bol bol kitap okurlar, basını takip ederler, sonra da esprileri hazırlarlar. Bazı sanatçılar devamlı minibüslerde, otobüslerde, uçakta, alışveriş merkezlerinde gözlemler yaparak, gerçek insan yüzlerini komediye dökerler ve bu yöntem, çok işe yarar. Zaten espri yapan insanlara bakın genelde toplumu çok iyi gözlemleyenlerdir. Böyle insanlar bir anlamda toplumun psikologlarıdır. İnsanlar boşuna sirklere gidip hayvanların hareketlerini, palyaçoların komikliklerini izlemez ki.

Maraş insanı sevgi doludur. Gülmeyi sevdiği gibi, güldürmeyi daha çok sever. Doğanın gücü aşkı, insanları adeta sevgiye davet eder. Yörenin balkon sefaları meşhurdur. Gün boyu yaz ayların da yanar yer gök. Evimizin balkonu, serin mi serin. Püfür püfür Kartalkaya barajından esintiler gelir. Kavaklar genç kızlar gibi nazlı nazlı sallanır. Akasyaların kokusu, komşu bahçesinden güllerin kokusu, balkona doğru yükselir. Elimizi uzatınca dut dallarını tutar, serçeler nasiplerini alırken, bizde avuç avuç dut yeriz. İncir ağaçları sanki gönül koyar gibi, benim zamanım geldiğinde benimde tadıma bakın der, rüzgârda sallanır durur. - Ağız yemeğince yüz gülmez ki Akşam yemeklerini tadı bir başkadır. Fırında kuzu tava yapılmış, lahmacunlar sıra sıra bekliyor. Köpüklü ayranlar, ayranım ayranım ekşi ayranım türküsünü söylüyor. Diyarbakır karpuzu sıra bana geldiğinde yemezseniz gönlüm kalır diyor. Espriler takılmalar şakalar gırla gidiyor. Yine de bizim toplumda okumuş, güngörmüş, yaşamında tecrübeli, o zamanların konuşmaları dinlemek, biraz da hasretliği gidermek ne güzel... Şakalar gülüşmeler peş peşe gelir. Ama dut ağacının yaprakları radyo teybi gibi sanki kayıt yapıyor gibidir. Birkaç gün sonra hakkında konuşulan her şeyi sergilemeye başlıyor. Ne derseniz deyin laf sahibini buluyor. Ok gibi saplar, acıdan kıvranarak sizde benim hakkımda konuştunuz der.

- Canım ne olacak gizlimiz saklımız yok. Biraz, espri katarak anlatıyoruz.

- Sonra o kadar da deli kanlı değiliz, insanların yüzüne söyleyecek kadar. Her ne kadar söylüyor olsak ta yüze karşı, arkadan lafların kadevesi oluyor. Ne de güzel oluyor olsa develer, esprileri develere yükle gitsin. Espriler şakalar gırla giderken herkes birbirine nazı oranında takılıyor. Her düşünce fikir, söylediğin ortam dost ortamıdır. Uzakta olunca, memleket özlemlerim artıyor. Çok sıkılmıştım, üzüntülerim olmuştu. Memlekete gider, dost ortamında moral bulur, kendime gelirim dedim. Kafamın kontağı bozulmuş, çalışmıyor. Tahtaları eksilmiş. Diğerleri de, üstüme bastırınca, gıcır gıcır ses çıkarıyordum. Beynim aklım değişmişti. Ruhum bedenim kendini moralsiz hissettiğinde en iyi doktor memleketimin havasıdır, dost topluluğudur. Ruh hastalıkları da tavsiye ediyor. Yurt dışında bunalım geçirenlerin, normal yaşadığı ortamda olması gerekir, o zaman sağlığına kavuşur diyorlar. Yurtdışında kendini ayrı ortamda hisseden insan bunalım geçirmesinde ne yapsın. Doktor tavsiyesi - Memlekete gideyim özlemlerim bitsin sıkıntım geçer derler. Bende, ekonomik kriz içindeyim.

Türkiye’de çok büyük kriz var 99- 2001, ona rağmen kız kardeşimle anneme hiç mağdur etmedim. Paramız bitti dediklerinde yine bankadan faizle para alıp yolluyordum. Memlekete yollandım. Baktım kız kardeşim Süreyya’nın sağ elin bileğinde bilezikler şık şık edip duruyor. Kardeşim kendini garantiye almış, evlenme yaşım geldi kısmetim çıkmıyor diye, üzülüyordu. Bu üzüntü ile de altın alarak, bilezik takarak gideriyordu. Durumumu anlatıyordum ama o sanki doğru söylemiyormuşum gibi sanıyor, çok param varmış gibi beni, Vehbi Koç olarak görüyordu, bende gönderiyordum. Yemek yedikten sonra aklım başıma geldi, servis yapan kardeşimin kolları şıngır şıngır, altın sesini duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Ben krizden kıvrandıkça o tepemde altın bilezikleri ile Kemal abi şık şık deyip hava atıyor. Ne yapacağımı şaşırdım.

- Dedim ki, anam babam vicdanlı insanlardı, her halde bunu aceleye getirmişler, içine vicdan koymayı unutmuşlar, kazaya gelmiş herhalde... Anneme niye bu kadar çocuk oldu dediğimde, Her seferin de;

- Kaza oldu oğlum deyip duruyor. Bir seferin de yine böyle çok sıkılmıştım. Yine memlekete gidip rahatlamak istedim. Ocak Şubat ayları idi. Kardeşim bana

- Kemal abi, buralar kar kış fırtına bora zaten, çoğu yerlerde yollar kapanmış. Bizim harçlık paralarını yolla, senin gelmene gerek yok dedi. Çok moralim bozulmuştu. Bunlar beni döviz yumurtlayan tavuklara benzetiyorlardı. Demek ki tavuk kadar aklım kalmamıştı. Bu kadar bunaltı içinde

- Ey Allah’ım! Ben herkesin Allah’ı zannediyorken, ama sanki maalesef bazılarını daha fazla kolluyorsun. Demekten başka bir şeyim kalmamıştı. Temmuz Ağustos ayı oldu, memleketin en sıcak zamanı yine memlekete gideyim dedim. Kardeşim;

- Kemal abi buralar yanıyor, su yok, barajda kurudu. Dışarıda insanlar baygınlık geçiriyor, dışarıya çıkmıyorlar. + 40 dereceyi geçiyor. Sende yaşlısın sıcağa dayanamazsın, her taraf sivrisinekten geçilmiyor, sende ne kadar kan var ki hepsini emecekler, kansız kalırsın. Sen para gönder gelmene gerek yok dedi. Bende;

- Paralı geliyorum canım, bol bol karpuz, kavun, üzüm yemeği, memleketimin kebaplarını, lahmacunlarını, tavalarını özledim. Öleceğimi bilsem bile geleceğim dedim. Hiç olmazsa öbür dünyaya tok giderim. Hele bu yemekleri yedikten sonra birde üstüne Maraş dondurması yemek cana can katar dedim.

Memlekete gittim. Köylük yerlerde doğa ile birleşiyor insan. Keçiler koyunlar, evin koruyucusu bekçi köpeği, börtü böcek, dut ağaçlarında ötüşen mutlu serçeler, kargalar, yeşillikler içinde bir cennet köşesi. İçime huzur dolmuş, bir mutluluk gelmişti. Balkon sefamız, barajdan da rüzgâr püfür püfür esiyor. Sofra kuruldu. Herkesin neşesi yerinde gırgır şamata espriler yapılıyor. Baktım istihbarat elemanları kertenkeleler, böcekler, akrepler, yılanlar dolaşıyor. Kız kardeşime;

- Burası hayvanat bahçesi mi dedim O da;

- S.kt.r ol git beğenmiyorsan dedi. Odunları içerde bulunduruyoruz. Kışın soba ve banyo yakmak için, onlar gelirken beraber gelmiş dedi. Bende korkumdan sus pus oldum. Sessizce;

- Epey karıncada varmış dedim Erkek kardeşim;

- Karıncaların zararı yok, bırak kardeş kardeş yaşayalım dedi. Kertenkeleler yanan ampulün yanında, tavanda dans ediyorlar. Belki onlardan birkaç dans figürü öğreniriz diye düşündüm. Tavanda nasıl dans edilecekse artık o saatten sonra herkes saçmalıyor. Saçmalamakta bir ihtiyaç, çünkü insan rahatlıyor. Her zaman ciddi ciddi konuşmak insanı yoruyor. Hayat hep matematik, fizik, cebir, kimya, trigonometri, değil ki... Çok ta bilgili oldu mu insan, bazen bilgiler isyan ettiriyor. - Onun için, bilgiler yalnız rahat rahat oturun. Ne olursun ben, saçmalamak istiyorum. Fen kitabı; - Müsaade senin dedi. Yazın memlekete akın akın dünyanın her yerinden gurbetçiler gelir. Memleketini özlemiştir. Baba hastadır, doktora götür, kızı evlendir, oğlanı evlendir, yeğenlerin düğünü vardır.

Bazıları da yalnız gelmek zorunda kalmıştır. Çünkü orada da bir hayatları vardır. Okulları işleri vs. Komşumuz, Zeyno’da annesi Ayşe’nin bakıcısı olmayınca doktora götürmek için gelmiş. Çok çalışmaktan da boyun fıtığı olmuş. İki sene de bir geldiği evini görüp, tozunu toprağını alayım diyor. Bir taraftan da bizim muhabbetimizi kaçırmıyor. Beni de iri yarılığımdan, kocasına benzetmiş olacak ki, araya da biraz zaman girmiş olacak ki ister istemez özlem de oluşmuş olsa gerek. Ben fıkraları arka arkaya sıraladıkça;

- Çok şakacısın Kemal abi küttt küttt, diye omuzuma kollarıma yumrukları peş peşe sıralıyor. Bu şaka mı yoksa kocasına duyduğu özlemi mi dile getiriyor, anlamadım. Hem dövüyor gibi bir taraftan da seviyor gibi. Ben böyle bir sevme sistemi görmedim. Kız kardeşimi anlattıkça yumruklar çok daha şiddetle iniyor

- Çok şakacısın Kemal abi kütt kütt... Epey yumruk yedikten sonra, yurt dışından Süreyya ya koca olacak adaydan bahsettim, biraz yaşı var dedim. Ama onu çalıştıracağını da söylüyor. - Aman canım, yurt dışında herkes çalışıyor dedim. Süreyya diyor ki;

- Ona söyleyin, 40 yaşına kadar kardeşlerim bana gül gibi baktı, şimdi de bir 40 yıl sen bakacaksın moruk, diye bileklerini şıngırta ta şıngırta ta, cevap veriyor. Zeyno da o an bant koptu. Yumruklar arka arkaya geliyor.

- Çok şakacısın Kemal abi küttt... Sağ yanım çöktü. Biraz dışarı çıkıp nefesleneyim dedim gazinoya doğru yol aldım. Yediğim yumruklardan yamuk yumuk yürüyerek gazinodan içeriye girdim. Baktım ilerde ki masalar boş, yan tarafta anne kız oturmuş bir şeyler yiyor içiyor sohbet ediyorlar. Yan taraflarındaki masaya oturdum. Kız ağlamaklı bir ses tonu ile annesine dert yanıyordu. Annesi de, çok üzülmüş ki sıkıntıdan dudakları kurumuştu. Kulak misafiri oldum. İçimde çok acımıştı. Kız kayınvalidesinden dert yanıyordu. Kızın ailesinden para istiyordu.

- Evlenirken Bir şey yapmadılar çeyizliğini versinler diyordu. Yoksa baba evine dönersin Annesi; - Bir emekli maaşı ile ne verelim işte o kadar yapabildik diyordu. İçim acımıştı. Ben de esprili bir dille olayları karikatüre etmeye başladım. Amacım ana kızı biraz olsun güldürmek sıkıntılarını gidermekti.

- Kızım çocuğun var mı?

- Yok, daha yeni evlendik Bende, nasihatleri sıralamaya başladım.

- Para pul bahane, mutluluğun için mücadele edeceksin çalışıp uğraşacaksın. Sen kayınvalidenin kucağına bir çocuk ver her şey düzelir. Parayı pulu unutur dedim, Annesi anlattıklarımı biraz anlıyor çoğunu algılayamıyordu. Kızına;

- Kalk kızım Bir şey anlamadım, ama bir psikoloğa gitsek bu kadar faydalı olmazdı.

- Kalk kızım kalk eve git çok çalış çok çocuk yap bu iş tamam. Hızla uzaklaştılar. Etrafta olan insanlarla gülme krizine girmiştik. Saatlerce kahkahalarla güldük. Gülmek binlerce hücremizi yenileyerek bin derde deva oluyor.

CEMAL BORANDAĞ

21 Temmuz 2016 Perşembe

Belki biliyorsunuzdur

Belki biliyorsunuzdur ama ben ilk defa duydum! Geçen gün oğlumu geçmeyen öksürüğü için doktora götürdüm, doktor yokmuş biz de konuşarak eve giderken bir bayan yanımıza geldi, bana oğlunuz öküsürüyor boza içirin bakın faydasını göreceksiniz dedi. Tabii hemen boza aldık. Gerçekten 2 haftadır geçmeyen öksürük 2 günde 1 çay bardağı kadar boza ile geçti. Eşimin de aynı şekilde öksürüğü 3 günde bitti, biraz önce boza bitti deyince aklıma sizinle paylaşmak geldi. Daha pek çok da faydası varmış, çocuklara boşuna ilaç,antibiyotik vermekten bin kat iyidir. Tarçını iyice karıştırarak içeceksiniz yoksa daha çok gıcık yapabilir...

- Bünyesinde A ve B vitaminlerinin dört türü ile C ve E vitaminleri de bulunuyor. Mayalanması sırasında ürettiği laktik asit ise ender gıda maddelerinde bulunuyor ve bu değerli asit türünün hazmı kolaylaştırıcı etkisi var. Süt yapıcı özelliği nedeniyle hamile bayanlara ve vitamin kaynağı olarak sporculara tavsiye ediliyor. İçinde ilk başta yüzde 20 şeker olsa da daha sonra yüzde 8'lere kadar düşüyor. İçindeki yağ oranı da sıfır. Bağırsak florasını düzenler. İçindeki aktif mayalarla probiyotik özelliği vardır. Zengin karbonhidrat, protein ve B vitamini içeriği nedeniyle enerji ihtiyacı fazla olan kişiler, gebeler, sporcular ve kilo almak isteyen kişilerin kullanımı için uygundur. Karbonhidrat ve proteinin yanı sıra birçok besin öğesini içerdiğinden besleyici özelliği nedeniyle “sıvı ekmek” olarak anılır. Zihin açıcı ve sinirleri dinlendirici etkisi vardır. Öksürük tedavisinde kullanıldığı bilinmektedir.

Bilge bir adamın vasiyeti

Bilge bir adamın vasiyeti doğrultusunda mezar taşının üstünde şu sözler yazılıdır: "Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden farkettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kimbilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.”

BİZİ ZORLA HASTA EDİYORLAR !

Profesör Ahmet Rasim Küçükusta ezberleri bozdu. Dünya sağlık kartellerini eleştirdi. “Hastaneye giderseniz sizi zorla hasta ederler” dedi. Bizi zorla hasta ediyorlar! TGRT Haber TV'deki "Ercan Gürses'le Haftasonu" programına konuk olan Küçükusta, korkunç iddialar ortaya attı. İşte o çarpıcı sözler: - MR'ların yüzde 90'ı gereksiz yere çekiliyor.

- Kanser taramalarının çoğu kandırmaca. İnsanlar kendilerini kullandırmasın.

- İlaçların çoğu boşa veriliyor. Yüzde 37'si çöpe gidiyor.

- Antibiyotik yazan değil, yazmayan doktor makbuldür. Ama bizde tam tersi geçerli maalesef.

- Grip aşılarının etkinliği sıfır.. Ben hayatta vurdurmam.

- Her yıl gereksiz yere binlerce biyopsi yapılıyor, röntgen çekiliyor.

- Leblebi çekirdek yer gibi anjiyo yapılıyor. Stent takılıyor. Bunlar vücuda zarar veriyor.

- Check-up kampanyaları gerçek bir tuzak. Akciğer filmi vücudunuza zarar veriyor.

- Insanlar kendiliğinden geçecek hastalıklar icin kesinlikle hastanelere gitmesinler. Tahliller vücuda radyoaktif ışın veriyor. Gereksiz ilacın faydası yok zararı var.

- "Başlangıç" diye bir şey uyduruldu. Hastalara, alzheimer, reflü, astım başlangıcı teşhisi konuyor. Amaç hastayı boş çevirmemek. Başlangıç diye bir şey yok. Ya hastasın ya değilsin.

- Kolesterol ilaçlarının tedavi yüzdesi çok düşük. Zararı daha fazla. Hayat tarzınızı değiştirmek ilaçtan çok daha etkili. Doğalbeslen, hareket et bu beladan kurtul.

- Nodül çok abartılıyor. Nodülün kansere dönüşme ihtimali çok düşük. Bunun için gereksiz tahlil ve teşhisler yapılıyor.

- Vitamin haplarının sağlam insanlara hiçbir faydası yok. "Ben yorgunum" diye vitamin hapı alınmaz.

- Köpek balığı kıkırdağı ile kanser tedavi edildiği iddiası tamamen uydurma. Köpek balıklarının kansere yakalanmadığı düşüncesi de safsata. Bu hayvanlarda kırk çeşit kanser tespit edildi.

- "Bitkisel ilaçların hepsi masumdur. Yan etkisi yok" düşüncesi doğru değil. Unutmayın, haşhaş, tütün, zehirli mantar da birer bitki!.

YOLUMUZDAKİ ENGELLER

Engeller bizi yolumuzdan alıkoymamalı, onlar bizim başarmayı ne kadar istediğimizi ölçen gizli testlerdir. Başarmak için; engelleri aşmaya devam !…

Eski zamanlarda bir Kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye başlamış beklemeye. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Pek çoğu Kralı yüksek sesle eleştirmiş. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkagelmiş. Saraya meyve ve sebze getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve ıkına sıkına itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kalmış ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış ki bir de ne görsün, kese altın doluydu. Bir de Kralın notu varmış içinde. "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu Kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti. "Her engel, hayat şartlarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

Gerçek Zenginlik

Gerçek Zenginlik Kimine göre katların, yatların, arabaların, zengin dostların olduğu bir hayatı yaşamak gerçek zenginlik iken, kimine göre 45 m2 evinde yaşarken her ihtiyacı olduğunda yanında bulduğu dostlarıdır gerçek zenginlik. Kimine göre estetikli yeni burnu, silikonlu dudakları, silikonlu göğüsleri ile salınmaktır gerçek zenginlik, kimine göre bedenindeki her organın sağlam ve sağlıklı çalışıyor olmasıdır gerçek zenginlik. Kimine göre tek başına özgür yaşamaktır gerçek zenginlik, kimine göre sevdiklerinle paylaştığın her saniyedir. Kimine göre evlatlarının, torunlarının etrafında koşuşturmasıdır gerçek zenginlik, kimilerine göre evlatlarından, torunlarından, sorumluluklardan uzak, ayrı ayrı ülkelerde kendi hayatını yaşamaktır. Kimine göre bankalarda yatan servetidir gerçek zenginlik, kimilerine göre azıcık aşım kaygısız başımdır gerçek zenginlik. Kimine göre birden çok gönülde geçici mekânlar edinmektir gerçek zenginlik, kimine göre tek bir gönülde taht kurmaktır. Kısacası, gerçek zenginlik tamamen göreceli bir kavram olup her insanın kendi değer yargılarına göre değişiklik gösterir. Bana göre ise zenginlik; kimsenin senden alamayacağı değerlerin toplamıdır..

Alman önceliği

Bir Alman, bir İtalyan, bir Fransız ve bir İngiliz aralarında köpeğe hardal yedirmek konusunda iddiaya tutuşurlar. Alman önceliği alır, hardalı topak yapar ve köpeğin ensesinden tutarak zorla ağzına tıkar...

Hayvanın ağzı yandığı için hardalı yemez ve çıkarır...

İtalyan hemen atılır, öyle olmaz der ve hardalı makarna şeklinde ufak parçalar halinde bölerek, köpeğe yedirmeye çalışırsa da, hayvanın ağzı gene yandığından o da başaramaz...

Fransız da, konuya kendi açısından yaklaşarak, hardalı önce sulandırıp, sos olarak köpeğe yedirmek için uğraşırsa da, bu uygulama ile de bir sonuç alamaz... Sıra İngiliz'e geldiğinde, İngiliz, önce köpeği okşayarak yanına çeker, sırtını sıvazlar, sonra, hardalı topak yaparak hayvanın poposuna yapıştırır. Köpek popsu yandıkça başlar hardalı yani arkasını yalamaya, canı yandıkça yalar, yandıkça yalar ve sonuçta yalaya yalaya hardalı bitirir.....

*** Akıllı ülkeler, hedef ülkeleri istedikleri çizgide tutabilmek için onlara hardalı öyle yedirirler ki, o ülkeler neyi yediklerinin farkına vardıklarında iş işten çoktan geçmiş olur!

Mutlu Tönbekici iletişim

29 Aralık 2012 Cumartesi Mutlu Tönbekici iletişim Zor değil. ABD Houston Polis Departmanı, 12 maddede özetlemiş hadiseyi ve el ilanı oalrak dağıtmış. Buyurun yararlanın...
1) Bebeklikten çocuğunuza istediği her şeyi vermeye başlayın. Böylece çocuğunuz, büyüdüğü zaman, dünyanın ona geçim ve yaşam borçlu olduğunu düşünecektir.
2) Kötü sözler kullanmaya başladığı zaman gülün. Böylece kendisinin şirin olduğunu düşünecektir.
3) Ona kendini geliştirmek için hiçbir bilgi ve alan sunmayın. Ondan sonra, 21 yaşına gelince “hadi kendi kararlarını kendin ver” deyin.
4) Sakın “hatalı” kelimesini kullanmayın. Aman, sonra ileride suçluluk duygusu filan geliştirebilir. Böylece çocuğunuz ileri hayatında, tutuklandığı zaman, toplumun hep ona “karşı” olduğunu ve haksız yere yargılandığını düşünmesini öğrenecektir.
5) Yere attığı her şeyi arkasından siz toparlayın. Onun için her şeyi siz yapın ki suçu başkalarına atmak konusunda ustalaşsın.
6) Komşulara, öğretmenlere ve polislere karşı hep onun tarafını tutun. Unutmayın, hepsi çocuğunuza karşı “ön yargılı”.
7) Çocuğunuzun önünde bol miktarda tartışın. Böylece, aileniz bir gün parçalandığında üzülmez.
8) Çocuğunuza istediği kadar harcaması için para verin. Para kazanmanın ne olduğunu öğrenmesine izin vermeyin.
9) Yemek, içecek ve konfor konusunda her ihtiyacını karşılayın. Onun her türlü arzusunu tatmin edin. Böylece kendi istemlerine ulaşmak için uğraşması gerektiğini hiç öğrenmesin.
10) Eline geçirebildiği her basılı kaynağı ve her türlü müziği dinlemesine izin verin. Bir yandan zihni çöple beslenirken, siz çatal bıçaklarının ve kullandığı bardakların temiz olmasına dikkat edin.
11) Başı gerçek bir belaya girdiği zaman, kendinizden şu sözleri söyleyerek özür dilemeyi unutmayın: “Onunla zaten hiçbir zaman ne yapacağımı bilemedim.”
12) Kendinizi üzüntü dolu bir hayata hazırlayın. Büyük ihtimalle yaşayacaksınız.
*** Aaa! Ne kadar tanıdık değil mi? Ben bu metni okuyunca ilk olarak “Aha! Bizim Türk usulü çocuk yetiştirmeden söz ediyor!” dedim. Arkadaşımla güldük hatta. Sonra psikolog olan arkadaşım “aslında mevcut şiddet ortamını açıklamıyor mu sence?” dedi. Tekrar okuyunca evet dedim. Bal gibi de açıklıyor. Nicedir çocuklu arkadaşlarıma gidemiyorum. Aslında şöyle söylemem daha doğru: Bir arkadaşım çocuk sahibi oldukta sonra ben artık onlarla görüşemiyorum. Daha bugüne kadar bir kere bile çocuklu bir ortamda huzur dolu bir saat geçirmedim. Çocuklarımız akla ziyan bir şımarıklık ve küstahlıkla yetiştiriliyor. Şimdiye kadar gittiğim bir evde bana “merhaba” veya “hoş geldiniz” diyebilen sadece iki çocuğa rastladım. Ben daha çok yüzüme karşı ve nedense sağır olduğumu düşünüp “anne kim bu kadın?” “bu niye burada?” “oturup bununla sohbet etmeyi düşünmüyorsun değil mi?” diyen çocuklarla karşılaştım. Şimdi bu satırlarımı okur okumaz “benim çocuğum reveransla karşılar hatta su, kahve, çay, muhallebi bile yapıp getirir” diyeceğinizi ve bazılarınızın daha klavyeye yumulup bana acı acı, kekre kekre mailler atacağınızı biliyorum ama durun! Yanılıyorsunuz! Sizin çocuğunuz da aşırı sevimsiz! Olsaydı muhtemelen benimki de çok sevimsiz ve saygısız olacaktı. Çünkü “çocukerkil” bir toplum olduk. Houston Polisinin listelediği bu 12 maddeye yeniden bakmanızı rica edeceğim. Sadece küstah ve sevimsiz bir çocuk değil, aynı zamanda bir gün “suçlu” olabilecek bir çocuk da yetiştiriyor olabilirsiniz. İfrat ve tefrit arasına bir yerlerde olun.

İyi günler

- İyi günler. Ben Yeşim. Nasıl yardımcı olabilirim?

- Hörmetler. Akbank'ın telefonunu verir misiniz?

- Beyefendi, burası Yapıkredi. Akbank'ın numarasını 118'den öğrenebilirsiniz.

- Allah Allah! Biz bilmiyor muyuz? İkiniz de bankasınız işte; ölür müsün bi yardımcı olsan?

- Bilmiyorum telefonu beyefendi.

- Bilen biri vardır bir sor bakalım yanındakilere.

- Kimse bilmiyor beyefendi.

- Ne zaman sordun da cevap veriyorsun?

- İyi günler. Ben Sedef. Nasıl yardımcı olabilirim?

- Kaç Para?

- Pardon?

- Borcum kaç para kardeşim!

- Kimle görüşüyorum?

- Günde on sefer arıyorsunuz borcu ne zaman yatırıcan diye, şimdi de tanımıyor musunuz?

- Beyefendi, günde binlerce insan arıyor. Kendinizi tanıtmazsanız nereden bilebiliriz kim olduğunuzu?

- Selim Yurd... ben.

- Kayıtlarınıza ulaşıcam, bir saniye... Evet, 1,350 lira 87 kuruş borcunuz var efendim.

- Bu mu yani olay? Koca banka ben 1,350 lirayı verince rahatlıycak mı?

- Beyefendi bu bir borç ve gecikmiş bir borç. Ödemeniz gerekiyor malesef.

- Ben de biliyorum; onun için aradım işte. Adamı hasta ettiniz be on gündür... Neyse yolla birini alsın parayı.

- Afedersiniz beyefendi, siz en yakın şubeye yatıracaksınız parayı.

- Ne demek? Yolla birini, alsın parayı ya! Bir de orda sıra bekliycem; oldu be, dükkânımı kapatayım. Şubeden birini gönderin öyleyse.

- Telefonunuza bir şifre gelicek, şifreyi almalıyım.

- Telefon eşimde.

- Tamam, söyleyin eşinize şifreyi okusun.

- Tamam gidip söyliyim, geliyorum.

- …

- Geldim şimdi işlemi yapabilir misiniz?

- Şifre? - Tamam, şifreyi okudu kendisi!

- Nasıl?

- Okusun dediniz, okudu. Ben gördüm okuduğunu. Hanımefendi inanmıyor musunuz? Aaa, işlemi yapın lütfen!

- Annenizin kızlık soyadını öğrenebilir miyim?

- Benim anamın bir ayağı çukurda, kızlığı mı kaldı?

- Medeni Durumunuz?

- Erkeğim.

- İyi günler, Erdinç beyle görüşebilir miyim?

- Babam tuvalette. Hem de yeni girdi, bir saat çıkmaz şimdi.

- İyi günler. Ben Mukadder. Nasıl yardımcı olabilirim?

- Cüzdanımı kaybettim.

- Anlıyorum. Peki, ben nasıl yardımcı olabilirim?

- Her şey gitti, kartlar martlar; karakoldayım, ifade veriyorum, arayıp haber veriyim dedim.

- Anlıyorum, ama ben size nasıl yardımcı olabilirim beyefendi? (Bunu sormaya mecburdur. Telefonu kapatma hakkı yoktur.)

- İptal et kartlarımı, harcama yapmasın deyyuslar.

- Cem bey şu an Omo müşteri hizmetleri hattındasınız. Bankanızın müşteri hizmetlerinizi aramalısınız.

- Hepsi aynı değil mi ya? Sen hallediver bacım, kapattır kredi kartlarımı neyimi.

- Cem bey görüşme sürem bitmek üzere. Eğer Omo ile ilgili bir sorununuz yoksa telefonu kapatmak zorundayım.

- Nereye kapatıyosun bacım; bütün deterjanların üstüne yazmışsınız telefonunuzu, "her türlü sorununuz için arayın" diye, arıyorum yardım edemem diyorsunuz. Hay ben sizin... (Şahıstan sunturlu bir dizi küfür yendikten sonra "tekrar telefonu kapatmak zorundayım" denilerek kapatılmıştır.)

- İyi akşamlar Türk Hava Yolları mı?

- Efet efendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?

- Trabzon-İstanbul arası ne kadar sürüyor acaba?

- Bir saniye efendim.

- Teşekkürler, iyi akşamlar.

- Çocuğumla ben uçacağım, oğluma çocuk fiyatı istiyorum, ne kadardı?

- 2 yaşına kadar ücretsiz, 12 yaşına kadar %15 indirimli efendim. Kaç yaşındaydı?

- 32. (Gecenin ikisi)

- Ben bir imac kullanıcısıyım.

- Buyrun hanfendi, sorun neydi?

- Benim cd sürücümden içeri sinek girdi.

- Anlayamadım efendim?

- Imac'ime sinek kaçtı. Görüyorum, yürüyo içerde.

- Böcek ilacı falan sıkın isterseniz.

- Bişey olmaz mı?

- Bilmem? Aslında biz imace destek vermiyoruz. Vestel olsaydı yardımcı olabilirdim. - Meraba. ben Batur. Nası yardımcı olabilirim?

- Benim telefonda bi problem var yönlendirmeynen ilgili…

- Peki, ilk önce telefonunuzun ”menü’ tuşuna sonra da ”5” tuşuna basın…

- Evet… Tamam…

- Ekran da ne var şimdi?

- Show tv…

SONBAHAR

Dağıtma saçlarını,savurma güzelim,

Sabah,sabah,

Kanıma,canıma,girme.

Hazan yaprakları,düştükçe,zaten hüzünleniyorum.

Çıkma karşıma.

Çıldırtma beni,kan beynime sıçramış.

Sevgisizlikten,yaralıyım.

Ne yapacağımı,bilmez haldeyim,acı bana

Savrulmuş,yapraklar gibi,düşme kalbime.

Sonbaharı mı yaşayayım.

Sevgi dünyanın,ikinci güneşidir.

Tuzla-İstanbul

Hadi ANLAT BANA

Fikirlerimizi söyleyebilmek, onları başkalarına anlatabilmek çok önemli. Ancak ne yazık ki toplumumuzda konuşmak ve hatta kalabalıklar önünde konuşmak zor... Kültürel yapımız ve terbiye adı altında yapılan baskı, bizi susmaya, ses etmemeye, büyük varken konuşmamaya, yanlış birşey söylersek dünyanın darma duman olacağına inandırmış! Halbuki hepimizin bir fikri var.

Herhangi bir konuda bir fikri... Kimi fikirler ütopik, kimileri çılgın, kimileri aman ne de saçma sapan denecek türden görünebilir ama fikir fikirdir! Hayatın en kıymetli varlıklarından biridir. Hepiniz bir fikir sahibinin tasarladığı giysiler giyiyor, onların dizayn ettiği otomobillere biniyor, fikirleri sayesinde işyerleri kurmuş insanların yanında çalışıyorsunuz, belki siz muhteşem bir fikrin sahibisiniz. Sadece düşünüp, fikirlerini söyleyerek hayatını kazanan binlerce ve hatta milyonlarca danışman var dünyada! Fikirleriniz bizim için önemli...

Bunu söyleyebilmeniz, söylemek için ortam bulabilmeniz bundan da önemli... LIVCON temellerini kişinin farkındalığını yükseltmeye kurmuş ve uzun yıllardır insanın kendi içine yolculuğunu destekleyen onlarca eğitim programını tasarlamış bir kurum... Sahnemizden binlerce öğrenci ve eğitmen geçti. Heyecanlarını, mutluluklarını, bilgilerini paylaştılar. Şimdi sıra sizde! Gelin ve anlatın! LIVCON sahnesi "10 Dakika" projemizle sizin... Dinlemekten büyük bir mutluluk duyacağız. Pınar Defne Korkmaz

11 Temmuz 2016 Pazartesi

MESELA diyorum; bu gece bir DELİLİK yapsam..!

MESELA diyorum; bu gece bir DELİLİK yapsam..!

Bıraksam MUTFAKTA biriken bulaşıkları,
Çeksem arkamdan kapıyı,
KADIN başıma gitsem bir meyhaneyi dağıtsam..!

FONDA bir masa,
Arkada Sezen'in şarkıları çalsa;
Ben AĞLASAM...
Şişenin dibine dibine vursam..!

MESELA diyorum;
Sokaklardan bütün ERKEKLERİ kovsam,
Bu gecelik evlerinde otursalar..
Korkmadan dolaşsam bütün şehri,
Kimse DOKUNMASA bana,
Bir sandalda sabahlasam...!

Alabildiğince KADIN,
Alabildiğince ÖZGÜR olsam.
Küfür etsem ağız dolusu, utanmasam;
Şehre isyanımı haykırsam.

Kim bilir kaç kere satılmıştır, bu dünyanın ANASI...!
MESELA diyorum;
Bu gecede ben BABASINI satsam..! .

AZİZ NESİN 11 yaşında hafızdı ,kur'anı ezbere biliyordu .

AZİZ NESİN 11 yaşında hafızdı ,kur'anı ezbere biliyordu .
Sağlam bir din eğitimi almıştı. 1935 'te Kuleli Askeri Lisesini, 1937'de Ankara'da Harp Okulunu bitirip asteğmen oldu. üsteğmen Rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı.
Çünkü ordu malzemesini bir köylüye vermişti . 12 Ağustos 1947’de 10 ay ağır hapis ve 3 ay 10 gün de Bursa’da “emniyet-i umumiye nezareti” altında bulundurulma cezasına çarptırıldı.Çok aç kaldı , Hatta Bursa'ya sürgüne gönderildiğinde geceleri çöp karıştırıp sebze meyve bulmaya çalıştığı zamanlar bile oldu .
Bir zaman geldi dünyanın en çok kazanan yazarları arasına girdi. Hiç çalmadı , hiç arabası olmadı . Şehirde bir minibüs ya da bir belediye otobüsünde görebilirdiniz . Yaşadığı süre içerisinde yüzlerce çocuğun yeme içme barınma giyinme okuma vs..vs.. tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde baktı .Bir vakıf kurdu ve halen devam etmektedir .. Onun yazdığı kitaplar sayesinde. Devletten destek almadan Oğlunun gemisi ya da yalısı yoktur .Yetiştirdiği çocuklara hiç bir şekilde tacizde bulunmamıştır.Mezarı vakfın bahçesindedir.Üstünde çocuklar oynasın diye yeri belli değildir. Ahlaken bitmiş insanların bunu anlama olasılığı da yoktur.
Ahmed Arif Sayfasından alıntıdır

(Sabahattin Ali Dünya Edebiyatı)

Kadın dediğin.....

Kadın dediğin.....

Kadın dediğin rakı içmesini bilecek
Oturup seninle muhabbet edecek
Ne o öyle hanım su getir, buz getir...
Yanında süs,kadehine meze olmayacak
Kadın dediğin masada dost, arkadaş,
Mücadele alanında yoldaşın olacak.
Düştüğünde omuzlayıp seni taşıyacak
Dosta dost, puşta puşt diye haykıracak
Yeri geldimi tetiğe basmasını bilecek
Kadın dediğin okunmamış kitap gibi olacak
Her sayfası ayrı bir tat,ayrı bir heyecan
Senin okuduğun şiirin devamını getirecek
Sen sazın teline, O gönül teline dokunacak
Sen bir şey demeden gözlerini derinden okuyacak
Kadın dediğin kardeş, yar,anne olacak
Bir çiçek bahçesi gibi rengarenk kokacak
Güzel bakacak, güzel gülecek, mest edecek
Kadın dediğin yanındaki puşt olmayacak
Kimi seveceğini,kime güveneceğini iyi bilecek
Kadın dediğin kadın gibi olacak
Gündüz davetlerde saçlarını topuz,
Akşam yatakta tarumar edip savuracak
İnleyen yaralı bir ceylanda olacak
Parçalayan dişi bir kaplanda
Kadın dediğin fırsat düşkünü olmayacak
Öyle her kızdığında çekip gitmeyecek
Saçlarını kement, gözbebeklerini kurşun yaparak
Ya beyninden,yada kalbinden vuracak
Kadın dediğin sevdiğim kadın gibi olacak

Şiir gibi,türkü gibi, devrim gibi güzel kadınlara bin selam olsun.

14. 05. 2016 Ali Demir

YILMAZ ÖZDİL'İN BU YAZISINI MUTLAKA Bİ OKUYUN!


ÇOK MU ZOR?
Ananeniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken,
Siz, "Aman anane be, boş versene" deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya...
Anane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini ananeden alıp, bir kenara yazmadınız ya...
İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.
Ne verirlerse
Onu yiyeceksiniz.
Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz.
Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor.
Bilmeli.
Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor!
Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran...
İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm,
maalesef torunlarınız da.

Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için,
İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan!
Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu.
Tahin-pekmezi " köylü işi " vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları "modernite" sandığınız için,
Daha 10 yaşında çocuklarımız balona döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.

Size zor geliyor ama zor mu evde yoğurt yapmak?
İstanbul'un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir'de,
Antalya'da, Adana'da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye...
İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde
ekmek yapmak?
Bütün ailen kabız...
Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?

Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun
Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun
Ne işe yaradı senin pazara gitmen?

Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi...
Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!

Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok;
Gazetelerin tiraj almak için uydurduğu uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun...
Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun?

Çin'den bal getiriyorlar mesela...
Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar.
Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan...
İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin!
Ben iddia ediyorum;
Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli'de, Pervari'de terör bile azalır, terör bile...

Uzatmayayım.
Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.
Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA'sını değiştirdi!

Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.

Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz,
Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

Erkeklerin melek olduğunun kanıtı

Bir gün ormancının biri, dalları nehrin üzerine sarkan ağacın dallarını keserken baltasını suya düşürür.
- "Aman tanrım" diye bağırdığında bir peri belirir ve "Ne diye bağırıyorsun?" der.
Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için o baltaya ihtiyacı olduğunu söyler.
Peri suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir.
''Baltan bu muydu ?" diye sorar.
Ormancı "hayır" diye cevaplar.
Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu?"
Ormancı yine "hayır" diye cevaplar.
Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu?"
Ormancı "evet" der.
Ormancının dürüstlüğü perinin çok hoşuna gider ve baltaların üçünü de kendisine verir.
Ormancı mutlu bir şekilde evine döner.
Bir zaman sonra ormancı eşiyle birlikte nehir boyunca yürürken karısı suya düşer.
Ormancı "aman tanrım" diye bağırır.
Peri yine belirir ve sorar: "Ne diye bağırıyorsun ?"
Ormancı "karım suya düştü" der.
Peri suya dalar ve Jennifer Lopez ile birlikte geri döner.
"Senin karın bu mu?" diye sorar.
Ormancı "evet" der.
Peri sinirlenmiştir, "Yalan söylüyorsun, gerçek bu değil" der.
Ormancı "özür dilerim peri, ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Eğer Jennifer Lopez için hayır deseydim, bu sefer CatherineZeta-Jones ile geri dönecektin, ona da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de bana verecektin.
Oysa ben fakir bir adamım ve üç karımın sorumluluğunu taşıyabilecek durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur.."
Bu hikâyeden alınacak ders:
Ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi ve saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir. Kendileri için bir şey istiyorlarsa ekmek çarpsındır..

Birini sevmek

_Birini sevmek, her şeyi riske atmaktır ve genelde buna değer. “Bizi özgür bırakan tek şey aşktır.”

__Kadınların birbirlerini her zaman desteklemesi gerekir. “Bir kadın, ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur.”

__Başarının anahtarı çok basit: Keyif almak “Başarı kendinizi sevmektir, işinizi sevmektir ve işinizi nasıl yaptığınızı sevmektir.”

__Değiştirebileceklerinizi değiştirin ama kontrolünüz dışında olanları da kabul edin. “Bir şeyi beğenmiyorsanız onu değiştirin. Eğer değiştiremezseniz kendi tutumunuzu değiştirin. Şikâyet etmeyin.”

__İç sesinize ve içgüdülerinize güvenin. “Kendinizi dinleyin. O sükûnet içinde Tanrı’nın sesini duyacaksınız.”

__Affetmenin değerini bilin. “Kendinize verebileceğiniz en güzel hediye affetmektir. Herkesi bağışlayın.”

__“Kıçına tekmeyi basmaya” cesaretiniz olsun. “Hayat tam bir baş belasıdır. Dışarı çıkın ve kıçına tekmeyi basın.”

__Eğer kötü bir hayatınız varsa, ilişki veya iş, hemen ayrılın. “Yeni bir yola koyulmak zordur ama bir kadını için için kemiren o durumda kalmaktan daha zor değildir.” __Gülümsemeyi hiçbir zaman ihmal etmeyin. “Kadınlar sert ve hassas olmalıdır. Mümkün olduğunca gülmeli ve uzun bir ömür sürmelidir.”

__İnsanları nasıl hissettirdiğiniz, arkanızda bıraktığınız izinizdir. “Öğrendim ki, insanlar sizin ne söylediğinizi, ne yaptığınızı unutuyor. Ama onlara nasıl hissettirdiğinizi unutmuyor.”

FİKİR Mafyası => www.facebook.com/fikirmafyasi

Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak

Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu Bu yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı … Hapishane yoksa serseri de yoktur … Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar da bulunmazdı. Eğer aramızdan biri ; at,çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise …Bu durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi.. Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık … Para nedir bilmiyorduk … Bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi … Yazılı hiç bir yasamız ,dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu … Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık … Demek ki Beyaz adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız … Bilmem ki Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği … Bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik …?

Şef John Fire Lame Deer

Sevgili Mehmet Tezkan

Sevgili Mehmet Tezkan,

Hukukun siyasileştirildiği konusunda şüphelerim var biçiminde bir yazı yazmışsın.
Her halde yasal olarak sana da saldırılmasını istemiyorsundur ondandır.

Sen de adın gibi biliyorsun ki, özel sohbetlerinde, Atatürk ilke ve devrimlerinin düşmanı, ve Türkiyede din kuralları ile devlet yönetmek istediği için LAİKLİK kelimesini duyunca tüyleri diken diken olan, şu andaki hükümetin Adalet Bakanı, 1994 yılı Haziran ayında, kısa süren belediye başkanlığında, kendisine yardımcı olacak bir adamı başkanlık odası yanındaki masaya oturtmuştu. Adam her hali ile, şalvar, cübbe, gömlek, tavır ve kullandığı sözcükler ile SUUDİ ARABİSTANDAN YENİ İTHAL bir mollayı andırıyor idi.

Zaten, çevresine, belediye başkanı olarak görüşünü söylüyor idi. Bu görüntü bile, Adalet bakanının ülkede adaleti katletmeye yeminli olduğunu açıklamaya yeter de artar bile.

Ancak, bu yapılanlar, gözaltına almalar, Atatür Türkiyesi sevdalıları, Atatürk ilke ve devrimleri bekçileri için iyi derslerdir. Safları sıklaştırmak, Anayasa ile belirlenmiş, Türk Cumhuriyetini korumak ve kollamak. Ülkenin, hukuk devleti olarak kalmasını sağlamak için eylem ve çabaların savsaklamadan geliştirilmesini sağlamak konusunda, hükümetin hukuka, GUGUK davranışı ve saygısızlığı göstermesi iyidir.
Soğuk duş etkisi yapar ve uyuyanları da uyandırır.

Ben hiç bir endişe taşımıyorum. Bunlar başarıya ulaşamıyacak, uyutulmuş mikroplar gibi bize aşı etkisi yapacaktır.
Bu badirelerden, Atatürk ilke ve devrimlerinin bekçileri ve LAİKLER olarak her zamandan daha büyük başarılar ile TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ geleceğe taşıyacağız.

Kendine iyi bak. Bizler hep yanındayız. Her ülkenin tarihinde böyle küçük gel gitler olur. Bunlardan ders çıkarmasını biliriz.

Yapacağımız en akıllı iş bunları TARİHİN AKLINA YAZMAK GEREK. BUNUN İÇİN DE BELGELİ DÜZEN, BELGELİ ALIŞVERİŞ DÜZENİ GEREKİR.
BUNLARI YAPACAK OLAN DA BİZLERİZ.


Saygılarımla


MUSTAFA KEMAL ERGÜN
SARISAKAL
"Bilgi Sayar'cı"

Erol Manisalı'nın yazısı

Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan ve ardından gözaltına alınan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı'nın yazısı.Cumhuriyet Haber Portalı

İstanbul- Batı, Atatürk’ü Yargılıyor...

- Yargılanan Türkiye Cumhuriyeti, devrimlerimiz…

- Yargılanan bağımsızlığımız, özgürlüğümüz…

- Lozan yargılanıyor, emperyalizme karşı kazandığımız savaş yargılanıyor…

- Halkımız, ulusumuz yargılanıyor sömürgeciler tarafından…

- Kimliğimiz, değerlerimiz ve varlığımız yargılanıyor…

- Kurtuluşumuz ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk yargılanıyor sömürgeciler ve onların maşaları tarafından…

En büyük suçlu Atatürk; çürümüş, emperyalizmin arka bahçesi ve oyuncağı olmuş, fiilen işgal edilmiş Osmanlı’dan, bağımsız bir ulus ve Cumhuriyet yaratmış, Avrupalı müstevlilere karşı.

Ezilen ve sömürülen dünyada bağımsızlığın simgesi olmuş bir Türkiye; hem de dünyanın en sorunlu bölgesinde. Hindistan’ın İngiltere’ye başkaldırmasında, Afrika ülkelerinin Avrupa’ya karşı savaşında; dün Castro’nun, bugün Chavez’in Amerika’ya meydan okuyan duruşunda örnek olmuş Mustafa Kemal Atatürk.

Sömürgeciler onu hiç sevmediler ve sevmiyorlar. Bundan dolayı Atatürk’ü yargılıyorlar, yermek istiyorlar. Yeniden o kaosa, Sevr’i kabul ettirdikleri Osmanlı’ya dönmek istiyorlar.

- Çağdaş değerler, çağdaş hukuk düzeni ve toplumsal haklar yerine siyasal İslamın egemen olduğu bir cemaat düzensizliği istiyorlar bu coğrafyada.

- Cemaatin başına bir kukla yerleştirip, onu yönetmek niyetindeler…

Obama’nın hafızası...

- Obama Afrikalı dedelerini hatırlıyor mu?

- Amerika’nın pamuk tarlalarına taşınamayan Afrikalıların bugün sömürgeciler tarafından ne hale getirildiklerini, “Sudan’a yeni askeri operasyonlar planlarken” hiç mi hatırlamıyor?

- Amerika’nın Irak, Lübnan ve Afganistan’ı kan gölüne çevirdiğini göremiyor mu?

Görememiş ki Türkiye’ye ve Irak’a gelişinde, “izlenen politikanın devamını” istiyor.

Afganistan’da kendisi için “savaşacak Türk askeri” istiyor. Amerika yenilmiş, “gel benim yerime sen savaş” diyor, kendi emperyalizmine alet ediyor…

Amerika için Kore’ye, Somali’ye, Yugoslavya’ya, Afganistan’a, Lübnan’a asker gönderdik. Dün Kurtuluş Savaşı’nda Batı’nın bize yaptıklarını bugün sömürgeciler tekrarlarken, neden onlara yardım ediyoruz? Bindiğimiz dalı neden kesiyoruz?

Dün İngilizin Çanakkale’ye getirdiği Afrikalı ve Asyalıların durumuna düşmedik mi? Türk halkı bizim, “Amerikalıların Gurka’ları olmamızı istemiyor”. İngilizlerin getirdiği Gurka’ları 1915’te Çanakkale’de gördük, 1974’te Kıbrıs’ta gördük. Şimdi bizi “Gurkalaştırmak” istiyorlar.

Obama’nın Anıtkabir’i ziyareti ve yazdığı sözcükler yalnızca, Batı’nın Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü yargılamakta oluşunu gizlemekten başka hiçbir anlam taşımaz. Bugün yaşamakta olduğumuz inanılmaz olayların arkasında kimlerin olduğu artık apaçık biliniyor. Televizyonları açın, gazetelere bakın, görürsünüz…

- Afganistan’da, Lübnan’da, Irak’ta, Gürcistan’da yeni Gurka’lara ihtiyaçları var. Soros söylemedi mi?Emperyalistlere göre “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü bizim insanımız, askerimizmiş”!..

- Soros bir simge, Batı penceresinden Türkiye’nin görünümü; Türkiye’nin ayakta kalması ve onlar tarafından yıkılmaması için insanını, askerini emperyalizmin çıkarları için kullandırması gerekiyormuş. En iyi Türk yöneticimiz onların Cola şirketinin başına getirilecek; en iyi doktorlarımız onların sağlık kurumlarında görev alacak; en iyi askerlerimiz onların Asya’daki, Afrika’daki ve Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyacak.

- Batı Türkiye’yi ancak bu koşulla kabullenir, bu koşulla yanında tutar, diyorlar.

Obama geldi, bir öpücük kondurdu. Bush gibi “sırtımıza vurmadı”.

Ermenistan’da, Kürdistan’da, Afganistan’da sizden hizmet bekliyoruz dedi. Mustafa Kemal bütün bu taleplere hayır dediği için sevilmedi, sevilmiyor.

Emperyalizm Mustafa Kemal’i, Cumhuriyet’i, bağımsızlığımızı, kurtuluşumuzu yargılıyor. Türkiye’de toplumsal hakların geliştirildiği gerçek ve katılımcı bir demokrasi istenmiyor. Sevr’i ve Osmanlı’yı işbirlikçileriyle birlikte, geri getirmek istiyorlar.

Reagan, baba Bush, Clinton, oğul Bush ve Obama Türkiye’ye bu gözle bakıyorlar. Amerika’daki ve Türkiye’deki danışmanları iyi hizmet vermişler.
Ama, güneş balçıkla sıvanmaz ki; siyah Obama bile karartamaz, ortada apaçık duran gerçekleri...

NİÇİN KEMALİSTİM?"

> Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar.
>
> Kahramanlarımı zın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle
> mekik dokuyan genç
> bir Türk işadamı.
> Macaristan'da genç bir bayanla tanışır.
> Evlenme teklif eder ve evlenirler.
>
> İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz.
> Macaristan'da bir kızı olur.
> Kızına Nermin adını verir..
>
> Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını,
> gazetelerden heyecanla
> izlemektedir.
>
> Baba İzmir'de ölür.
> Aile, geçim sıkıntısına düşer.
> 14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı olan
> öğrenimini sürdüremez olur.
>
> Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır.
>
> Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir.
> Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği'ne
> başvurur. Ona bir pasaportla
> birlikte, eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup
> verirler. Başı
> sıkıştığında, derdini anlatamadığında o mektubu
> gösterecektir.
>
> Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü
> mevki bir tren
> kompartımanının tahta sıraları üzerinde, günlerce
> sürecek bir yolculuk
> başlar.
>
> Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları,
> elinde Türk pasaportu
> olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok
> ilginç bulur, giriş izni de
> hemen verilir.
>
> Öykü uzun...
>
> Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca
> dersleri verirken öte yandan
> Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal'in parasız
> kıldığı eğitim olanaklarından
> yararlanır.
> İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir. Gazetecilik
> yapar. Türkçe'nin
> arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir.
>
> Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur. Çağdaş
> siyaset biliminin
> Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer
> alır.
>
> Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek
> öğretim üyeliğinden
> atılmasını isteyenler çıkar.
>
> Tükenmez bir enerji ve heyecanla, gençlere bir şeyler
> verme isteğini
> yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi,
> Türk kadınını, Mustafa
> Kemal'i savunur, savunur, savunur...
>
> Bir oğlu olmuş, adını da Mustafa Kemal koymuştur...
>
> Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler
> Fakültesi'ndeki son dersini
> bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de
> bulunduğum bir grup eski
> öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi
> doçent, kimisi çiçeği
> burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan
> yetişmişti.
>
> Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak
> dinlediğimiz yukarıdaki yaşam
> öyküsünü anlattı bize...
> Ve sözlerini şöyle noktaladı:
> - Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal
> olmasaydı, belki ben de
> olmazdım. Niçin Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki
> artık
> anlamışsınızdır...
>
> Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu
> şöyle bağlamıştım: "Bu
> sözleri, parası olanlara Bilkent'i, olmayanlara
> Süleymancı yurtlarını
> gösterenlere adıyoruz..."
>
> Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin
> Hoca'nın öyküsü güncelliğini
> yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not...
>
> Tıpkı giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı
> olan Mustafa Kemal'in
> kendisi gibi!..
>
> Ahmet Taner KIŞLALI
> Cumhuriyet, 15 Kasım 1992

Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer.

Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır. Görüş açımız genişler. IGNER BERGMAN. Sabah ışıkları odanın içine süzülmüştü. Ali bey çilli horozun sesiyle çoktan uyanmıştı. Yılların alışanlığıydı erken kalkması. Lavaboda elini yüzünü yıkadı. Sabah temizliğine başlamıştı. Melek hanım aklaşmış saçlarını geriye atarak yatağından doğruldu. Terliklerini sabahlığını giydi. Odanın pencerelerini açtı. Temiz havayı içine soludu. Odanın kapısı hole açılırdı. Ali bey sabah temizliğini yapmış, giyinmiş kuşanmış, pencerenin önündeki masaya çoktan yerleşmişti. Melek hanım; - Günaydın Ali bey Ali bey; - Günaydın melek sultanım. Melek hanım lavaboda sabah temizliğini yaptı mutfağa geçerek ocağa çorbayı koydu. Tabakları kaşıkları masaya yerleştirdi. Sıcak çorba tenceresini nihaleye otutturdu. Çorbaları tabaklara doldurdu. Sıcak sıcak içtikleri çorba, içlerini ısıtıyor ve yüzleri mutluluk dolu gülümsüyordu. Yıllarca mutlulukları, huzurları, sevgi birliktelikleri öylesine güçlüydü ki, ruh ikizi olmuşlardı. Ali bey her sabah yürüyüşe çıkardı. - Ben çıkıyorum melek sultanım, dedi. Melek hanım, gülümseyerek Ali bey’i uğurladı. - Gelirken ekmek almayı unutma. Bugün çocuklar gelecek. Geç kalma. Dedi. Ali bey, başını salladı, bahçe kapısından çıkarak yola koyuldu. Issız yolda in, cin top oynuyordu. Çok uzaklarda köpekler uluyordu. Burası küçük bir sahil kasabasıydı. Yokuş yolun sonu meydana varırdı.

Ağaçların yaprakları, rüzgarın etkisiyle hışırdıyordu. Ali bey ritmik adımlarla yürüyor, bir taraftan da düşünüyordu. İnsanlar doğarken bedeni genç ruhu yaşlı, beden yaşlandıkça ruhu gençleşirmiş. Yine de yaşamda en güzel şey ruhu daima genç tutabilmek diyordu. Dedeler ve nineler, torunlarına bakmak için, Allah tarafından görevlendirilen meleklerdir. Herkesin hayatında en önemli dönemi, çocukluğudur. Anne ve babasıyla geçirdiği günleridir. O dört duvar arasında geçen mutlu günleri ilerleyen yaşlarında, kulağına fısıldayan sözler gibidir. O güzel fısıltılar, o dört duvarı deler, bütün yaşamına yayılan, ışıklar gibidir ve hiç kimse bilemez ne olduğunu ve ne olacağını. Sadece gerçek şudur ki, en iyi sıcaklık insan sıcaklığıdır. Düşüncelerle dolu belleği konuşuyor ve ritmik adımlarla yürümeye devam ediyordu. Melek hanım sabah işlerine çoktan koyulmuştu.

Telaşlı telaşlı, mutfak işleriyle uğraşıyor, çocuklarının sevdiği yemekleri tatlıları birer birer hazırlıyordu. Havada yavaş yavaş yükseliyordu. Tatlı bir sıcaklıkla güneş balkona dolmaya başlamıştı. Melek hanım balkon kapısını açtı. Bir güzel yıkadı. Masanın örtüsünü serdi . sandalyeleri minderleri yerleştirdi. Sarmaşık sardunyalar güller evin balkonundan, pencerelerinden salkım salkım bahçeye dökülürdü. Onlara çocukları gibi bakar, her sabah günaydınlaşır, sulardı. Ali bey meydana yaklaşmıştı. Düşünceleriyle konuşuyordu. Bizlerin yaş grubu hep sokaklarda büyüdü. Sokakların dilini arkadaşlığını yırtık ayakkabılarla top koşturduk. Yamalı pantolonlarla okulumuzda başarılı olduk.

İkinci dünya harbinin kıtlık yokluk döneminde, yeni kurulmuş cumhuriyetin, nimetlerini yavaş yavaş öğrenerek büyüdük. Ailelerimiz bize sıkıntı çektirmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı ve biz kendimizi hep zengin aile çocuğu zannederek büyüdük. Akıl kemale erince çokta fakir olduğumuzu öğrendik. Ama hepimiz hayata en güzel şekilde yetişerek hazırladık. Mutlu başımız dik ve başarılıydık. Ali bey meydana gelmişti. Dükkanlar kepenklerini tek tek açıyordu. Esnafla günaydınlaştı. Gazetelerini aldı. Az ilerde sahil kahvesi vardı. Ocakta sabah çayı demlenmeye bırakılmıştı. Garson genç temizlik yapıyordu.

Ali bey; - Günaydın oğlum, dedi. Masalardan birine oturdu. Gazetelerini okumaya başlamadan; - Bir çay ver oğlum, dedi. Garson; - Günaydın Ali bey amca. Poğaçalar fırından yeni çıktı. İstermisin? Ali bey memnun bir ifade ile; - Olur oğlum, teşekkür ederim dedi. Ali bey bir taraftan çayını yudumluyor bir taraftan poğaçaların tadını çıkarıyor, gazetelerini okuyordu. Garson genç, çayını tazeledi. Sohbete başladılar. Ali bey; - Artık yaşın gelmiş, evini yuvanı aç. Bir eşin çocukların olsun. Hayatını mutlulukla, aile edinerek mutlulukla yaşa dedi. Garson; - Doğru söylüyorsun ama, iyi bir eş seçmek çok zor. Hele bu zamanda. Çocukluğumu iyi yaşadım ama hep fakirlik yaşadım. İyi bir eş seçmek, çocuklarımı iyi yetiştirmek isterim, dedi. Anam babam da cahil insanlar, fakirlerde. Ne yapabilirim ki dedi. Ali bey; - Bak oğlum dedi. Biz okurken çok yokluk içindeydik. Annemiz babamızda mahalle mektebine gece okullarına giderdi. Mektebin bacaları türkülerini söyleyerek. Okulumuzda yakacak yoktu. Tezeklerle odun parçalarıyla giderdik.

Çok üşürdük ama arkadaşlarımızın sıcaklığıyla ısınırdık. Sevincimizi sevgimizi verir idik birbirimize. Oyuncaklarımız tahtadan telden arabaydı. Oyunlarımız sek sek uzun eşekti. Arıların peteklerine çomak sokup ballarına el koyardık. Elimizdeki sapanlarla kuşları avlar, dağlarda ovalarda meralarda at eşek sıpa katır büyük baş küçük baş hayvanlarla bütünleşirdik. Şimdi sizlere bakıyorum da, teknolojinin tüm ürünlerinden faydalanıyor hayata daha donanımlı başlıyorsunuz. - Garson - Öyle ama Ali bey amca şimdi hayat çok zor. Yememiz içmemiz sizlerin beslenmesine benzemiyor. Zaten bizler sizler gibi sağlıklı da değiliz. Hayat çok zor. - Ali bey - Haklısın oğlum. Bizim temel gıdamız, yoğurt pekmez ve yufka ekmek, bulgurdu. Pirinç pilavını hiç yemedik. Et ise hastalanmak üzere olan koyun keçi kesilerek ancak yer veya kavurma yapılırdı. Kışın yerdik. Esas etimiz kuş veya sular taştığında Aksu da suların dışında sersem tavuk gibi vuran alabalıklardı. Bazen eve gelen misafirlere mahcup olmamak için çilli horoz kesilir. Bulgurun üstüne konur misafir yerdi, yemez ise o zaman biz yerdik.

O zorluklarla karşılaştığımızdan arkadaşlarımızla çok üzülürdük. Ama şimdi öğrendik. O yediğimiz gıdaların hepsi sağlıklı imiş . onun için genlerimiz çok sağlam. - Garson - Ali bey amca siz çocukluğunuzu yoksul ama çok mutlu yaşamışsınız . gençliğinize ve sonra ki yaşamınıza güç vermiş dedi - Ali bey - O çocukluk günlerini yaşadıktan sonra gençlik yıllarım ve sonra evlendim. Çocuklarıma anne ve babamdan öğrendiklerim ile daha iyi imkanlar sağlamaya çalıştım. Anne ve babamdan ileri çocuklarımdan geri olmaya çalıştım. Onları bizden daha iyi nesil olarak yetiştirmeye çalıştım. Başarılı oldular. Atatürk’ ç ü demokrat , aydın olmalarına önem verdim.

Atatürk sayesin de kurulan Cumhuriyet’e sahip çıkmalarını öğrettim. Dürüstlüğü öğrettim. Öğretmenlerimiz bizlere tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyerek okuyorsunuz derdi. Değerli öğretmenlerimiz bizlere ilim bilim pozitif bilinci öğrettiklerinden bilgiye susamıştık. Zaman işte böyle akıp geçti. Sonra bizlerde anne baba olduk. Şimdi de ah dede vah nine , gülüştüler. - Garson - Ali bey amca , torun sevgisi başka diyorlar sence gerçekten öylemidir. - Ali bey - Torunlarımı çok seviyorum onlar benim altın toplarım. Ne kadar güzel bir şey olduğunu bende dede olunca anladım. onlarla ölümsüzlüğüme inanıyorum. Böyle ömür biter mi? - Anne ve babaları çalışıyorlar. Çocuklar çok küçük bize bırakıyorlar. Sabırsızlıkla bekliyorduk torunların gelişlerini, geldiklerinde mesaiye giden anne ve babalarının bunu yap ,bunnnuuu yapma demelerinden , sinirli hareketlerinden bunalmış gibiler. Bizim yanımızda hürriyetlerine kavuşuyorlar. Bütün kurtlarını dökerler. Yapmadıkları yaramazlık kalmaz. Bizde çocukluğumuza geri döner çocuk oluruz. Ben torunlarımla çocukluğumu tekrar yaşıyorum. Bahçeye çıkarız beraber saklambaç oynarız koştururuz. Sonrada mahalledeki çocuklarda katılır bize kreş gibi. Ne kadar çocuk olursa o kadar çok oyun olur. Onlara zaman zaman balon şeker sakız çikolata alırım.

Sevinçten deliye dönerler. Bazen de, ellerindeki bayraklarla bahçede sıra olurlar okul marşlarını söyleriz. Çocuklarla çocuk olunca sevgimi verince onlarda beni çok seviyorlar. Bedava kreş müdürü olmuşum artık. Öyle görüyorlar. Bazı zamanlar hanımla tatile gideriz. Bein göremeyince konu komşuya sorarmış çocuklar. Komşularda öldü deyince ağlamaya başlarlarmış. Sonra da neyse üzülmeyin tatile gitti yakında döner derlermiş. Bende özlerdim çocukları. Bir an önce yurt dışı gezisi bitsin diye beklerdim. Sevgiyle büyüyen insanlar daha özgüvenli oluyor. Bilim adamları, çocuklarla konuşmayı çok severlermiş.

Onların konuşması ile çağrışımlar yaparmış. Çocukların hepsi filozof gibi. Bende torunlarımla konuşmaktan haz duyuyorum. Öyle insanın aklına gelmeyen şeyleri söylerler ki, kendimi gülmekten alamam. Bir gün büyük torunuma başım çok ağrıyor dedim. - Dedeciğim başın çok ağrıyorsa, annemin odasında hap var. Hemen geçer dedi. Bir bardak su ile getirdi. İç dedeciğim dedi. Bende baktım renkli bir hap ne olacak ki içeyim dedim. Bir müddet sonra başımın ağrısından eser kalmadı, vücudumun direnci, yaşama sevincim arttı. Sonra sağol yavrum dedim. Torunuma harçlık verdim. Banyoya gittim. Kendime baktım.

Aslan gibiyim. Traşımı oldum. Losyonlarımı sürdüm. Sonrada melek hanımın yanına gidip kur yapmaya başladım. Hanım değişikliği farketti. Saçlarını yanaklarını okşadım. İkimizde çok heyecanlandık. Altın vuruşumu gerçekleştirdim. Epey zamandır böyle mutlu olmamıştık. Baktım melek hanım hapı getiren toruna harçlık veriyor. Göz göze geldik. Sonrada kıs kıs gülmeye başladık. Hayat böyle bir şey. Mutlu olmak böyle bir şey. Garsonda gülmeye başladı. - Evet hayat bu işte. Yaşam mutluluğu dedi. Ali bey; - Aman lafa daldım. Çocuklar neredeyse gelecekler. Melek hanım ekmek almayıda unutma dedi.

Ben yola koyulayım. Benim altın toplarıma şekerleme alayım dedi. Yola koyuldu. yokuş yolu çıkmak bir hayli zordu. Ali bey içindeki mutluluk ve yaşam sevinciyle hızlı adımlarla ilerliyordu. Hava iyice açılmış, ısınmaya başlamıştı. Eve de yaklaşmıştı. Malak hanım tüm hazırlıkları tamamlamış müziğide açmıştı. Radyoda Şenay’ın “hayat bayram olsa” şarkısı çalıyordu. Melek hanımda şarkıya eşlik ediyor . bahça kapısının önünde otomobil durdu. Melek hanım heyecanla kapıya koştu; - Yavrularım gelmiş, yavrularım yavrularım. Çocukları ve torunların cıvıldaşan sesleri. Onun mutluluk meyveleriydi. Babaannem anneannem diye çığlık çığlığa sarılıyorlardı. Ali beyde yetişmişti. Dedeciğim dedeciğim diyerek kavuşmuşlardı. Çocuklar balkondaki masaya bir hışımla koşmuşlardı. Hazırlanan yiyecekleri yemek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ali bey ve melek hanım evlatları ile torunları ile öyle mutluydulardı ki, yüzleri gül gibi, açıyor gözleri güneş gibi parlıyordu. Mutluluk kahkahaları yükseliyordu evim heryerinde. Ali bey; - Sevgiyle yaşamak paylaşarak çoğalmak yaşam iksiri. Ölümsüzlük bu olsa gerek. İşte hayat bu. Ah dede vah nine.


Cemal BORANDAĞ 20.12.2013