Ego kendi modellerini yaratırken, sahip olduğu etik ve ahlak değerlerini göz ardı eder. (Belki de etik değerler başta olmak üzere tüm değerler sistemimiz toplumsal yaşamın bir gereği ve sonucu olarak bize bir dayatma şeklinde kabul ettirilmektedir!) Burada egonun eğitimli olup olmaması, sonucu etkilemez diye düşünüyorum. Sadece seçilen modelin kimliği ve düzeyi, kişilere göre farklılık gösterebilir. Önemli olan kendi öznel seçiciliği ile seçimini yapmasıdır.
Ego güçlü değilse, yani kişi kendini tanıma ve aşma noktalarında sıradan davranışlara sahipse, ait olma duygusu ve tutunum gereksinmelerini de sıradan objelere yöneltecektir. Sıradan objeden kastım, kendisine en çok benzeyen, kendisini en çok benzettiği objenin kimliğidir. Yani, varoşlardan bir genç, kendisini hiçbir zaman Fazıl Say ya da Suna Kan ile özdeşleştirmeyecektir.
Seçtiği obje, kendi kültüründe tanımlanmış olmak zorundadır. Yapılan seçimin yansımaları şu şekillerde olabilir : a. Model/obje her yönüyle olumlanır. Yaptığı hiçbir olumsuzluk dikkate alınmaz, bu konuda beynin karar verme mekanizması felce uğramış gibidir, bazı durumlarda fren görevi yapması gereken filtreler devrede yoktur, fanatik yaklaşımlar söz konusudur. (Aşık olma sürecinde de benzer duygular yaşanmaktadır. Beyinle ilgili olarak elde edilen son bulgulara göre, aşkın ilk evrelerinde, geçici bir süre, beynin karar üretme merkezi ile yapılan bir davranış ya da söylenen bir söz karşısında sürekli aktif durumda olan ve kendi doğrularımızı savunmamıza yardımcı olan eleştiri merkezi, kimyasal bir madde ile kaplanmakta ve alınan kararlar ve karşı cins ile ilgili olarak üretilen düşünceler bu nedenle gerçeklikle örtüşmemektedir.) Son olarak, modelle ilgili kararlar üretilirken topluluğun düşüncesi ve kararları egemendir.
Bu süreç yaşanırken, bireyin kendi tutuculuğu devam etmektedir. Çevredeki hakim ideolojide ve ahlak anlayışında bir değişim söz konusu değildir. Değişim daha çok, içseldir. Yani, dördüncü evliliğini yapan sanatçı için; “İyi etmiş, aferin kadına..” cümlesi içsel bir isteğin sonucudur aslında. Kişi, kendi yapamadığını objede onaylamaktadır. c. Burada belki de şöyle bir açıklama gerekecektir: Egonun farkında olmadığı hiçbir şey yoktur. Her duygumuzun ve davranışımızın aslında ne anlama geldiği ego tarafından bilinmektedir. Ama çoğunlukla bunların tamamının bilinç düzeyine çıkmasına izin verilmez. Kişi bunu elbette ki kendisi engeller. Ama bir yerlerde gerçeğin nasıl olduğu/olması gerektiği kayıtlıdır.
Bazı durumlarda ise süper ego, yani toplumsal yanımız, bir karar üretme durumunda olduğumuz sosyal olgular için, dışlama/ ayıplama/ onaylamama süreçlerini başlatabilir. Değer yargılarının çatışması söz konusudur burada. “En kolay inanıp, en zor vazgeçtiğimiz (!)” yargılardır bunlar. Egonun tüm isteği süper ego tarafında bastırılır. Çünkü en kolay şey, öğretildiği gibi yaşamaktır. İnsanlar bu duruma, çok sıradan bir tanımlama ile “çekememezlik” demektedirler. (Bir gece önce yayına giren bir reklam filmindeki, rüzgardan geniş etekleri uçuşarak bacakları görünen kadın model gibi giyinen bir kadın, orta halli bir semtte mutlaka ayıplanacak ve davranışı bastırılmak istenecektir.) Buraya kadar anlatılan durum, egonun tanışmadığı, sadece medya aracılığı ile tanıdığı modellerle ilgilidir. Bu modeller yaşamı doğrudan etkilemezler, etkileri sınırlıdır. Hastalıklı durumlar dışında objenin bireye zararı söz konusu değildir. Sağlıklı ama en uç noktada birey günlük yaşamında seçtiği obje ile fazlaca özdeşleşir, onun gibi konuşup, davranmak ister, onun bilinen repliklerini kullanır, her yönden ona benzemek isteyebilir. İşte, bu durumun aşırılığa kaçması durumunda yukarıda anlatılmak istenen olgu gerçekleşir ve süper ego devreye girerek insanı frenler. Günlük yaşamın diğer bir etkilenme noktası ise bireyin imrendiği, yerinde olmak istediği şahıslarla ilgilidir. Egonun her durumda yapılan her şeyin farkında olduğu bilinmektedir. Kişinin olumlu ya da olumsuz tüm davranışları ego tarafından en saf, en yalın haliyle tanımlanmakta, bilinmektedir. Bireyin herhangi bir duygu durumunu egodan gizlemesi mümkün değildir. Belki, bazı durumlarda farklı duyguların üstü toplumsal baskılar nedeniyle örtülebilir, ama böyle bile olsa, ego, gerçek duygu durumu ne ise, onu bilir. Her durumda, ego, kendi eksiklerinin ve yapamadıklarının/yapmadıklarının farkındadır. (Bu konudaki acı gerçek ise, yapılmayan her konu için egonun kendisini kandırmak üzere programlandığıdır. Egonun yaptığı -ya da yapmadığı- her şey, ne denli toplum dışı, ne denli ahlak dışı, ne denli kural dışı olursa olsun, ego kendisini savunmak zorundadır.
Savunmasına savunur ama bilinçaltında bir yerlerde bu eksiklik hali tanımlanmış ve bilinmektedir.) Konunun günlük yaşantımızdaki yansımalarına gelince. Sanırım bunu da; farkına vararak bilinç düzeyinde hissettiklerimiz ve farkına varmadan bilinç altına ittiklerimiz olarak ayırabiliriz. a. Farkında olduklarımız : Sahip olduğumuz kişiliklerimiz ve geliştirmiş olduğumuz inanç sistemimizden dolayı (dinsel inançları kastetmiyorum) yapmadığımız davranışlar vardır yaşamımızda. Kuyruğa girilerek yapılan bir etkinlikte, bazı insanlar diğerlerinin önüne geçse bile, siz kişilere olan saygınızdan dolayı böyle bir davranışta bulunmazsınız. Ya da benzer olayları trafikte sık sık yaşarız. Siz saygılı bir sürücü olarak bazen insanların sizin hakkınızı çiğnemelerine ses çıkarmazsınız. Kendimizi aşma noktasında, çok büyük bir ilerleme kaydetmemişsek, şu bir gerçek ki, bazen bu tür disiplinsiz davranışlara imrendiğimiz olmuştur. Çünkü ne denli toplumsallaşırsak toplumsallaşalım, derinde bir yerlerde, sahip olduğumuz bir ilkel benliğimiz vardır. Ve bu tür davranışlar o benliğin bir yansımasıdır. b. Farkında olmadıklarımız : Konumuz, asıl olarak, bununla ilgili. Sanıyorum düşünsel dünyamızın önemli bir kısmını bu duygular teşkil etmekte. Şöyle anlatmaya çalışayım:
(1) Birlikte yaşadığımız ve değer verdiğimiz insanlar vardır. Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, evli isek eşimiz ve çocuklarımız ya da arkadaşlarımız, dostlarımız. İnsan seçicidir ve farkında olmasa, inkar etse bile bencildir. Yakınlaştığı insanı mutlaka kendisine benzetmek ister ya da zaten kendisine benzeyenle yakınlaşmak ister. Kendisine olan hayranlığı ve kaçınılmaz narsist eğilimleri yüzünden, karşı tarafta kendi yansımasını görmek ister. Ama bu her zaman mümkün olmaz.
Ya seçeneğimiz yoktur; annemizi, babamızı biz seçmediğimiz için onları eksikleri ile kabul etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, ya da eş seçimini yapmış, başlangıçta bazı şeyleri göz ardı etmiş, “nasıl olsa değişir ve bu eksiğini tamamlar” diye düşünmüş ama sonradan karşı tarafın eksiklikleri taşınamaz/tahammül edilemez hale gelmiştir.
(2) İşte bu durumlarda, yakınımız olan kişide eksik olan şeyi bir başkasında bulduğumuzda, o kişiden etkilenmememiz mümkün değildir. Yani karşımıza farklı anlamda bir model çıkmıştır. İnsan modellere oldukça düşkündür ve yaşamında benzemek isteyebileceği, hayranlık duyacağı objeler olmasını ister farkında olmadan.
(3) Sanıyorum insanlar arasındaki ilişkiyi asıl olarak belirleyen duygu durumu budur. İlişki kurduğumuz ya da kurmak istediğimiz insanlarda mutlaka en yakınımızdaki insanlarda olmayan bir şeyler buluruz. (Belki de bazen de bulduğumuzu sanırız.)
Bulduğumuz şey ise, karşıdaki insanın bize benzeyen yönü ya da yönleridir. Sonucu tek cümleye indirgeyecek olursak; insan iflah olmaz bir şekilde, kendisine aşık bir memelidir. Ve çoğunlukla narsist eğilimleri vardır. iyi pazarlar.. saglikla, sevgiyle kalin,
Nazmi Alacadagli.