Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
10 Kasım 2017 Cuma
İnsanlar ilk kez artık bir arada yaşamaya karar verip
Merhaba iyi pazarlar, Aşağıdaki konuya biraz farklı yaklaşacağımın hatta arı kovanına biraz da olsa çomak sokacağımın farkındayım.. Elbette yine hoşgörünüze sığınarak.. Tarihin bir döneminde, insanlar ilk kez artık bir arada yaşamaya karar verip devletleri meydana getirirken, yani toplum sözleşmeleri yapılırken, hükmetmek isteyenler/yönetenler, diğer insanların uyması için kurallar koymaya başlamışlardır.. O günden beri kurallar yönetenler tarafından konmaktadır.. Dayatma şeklinde konan hiçbir kural doğru olamaz!!! Ama insan bu gerçeğe rağmen emniyet içinde yaşamak uğruna bu duruma katlanmaya karar vermiştir.. Ancak, toplumsal kurallara uymadığınız takdirde sonuçlarına da katlanmanız gerekir.. Toplumun kurallarına uymayanlara tahammülü yoktur çünkü.. Kendi değerler sistemimizle uyum içinde olmayan her şey yanlıştır.. önemli olan bu uyumsuzluğu gördüğümüzde/yaşadığımızda buna karşı koyacak gücü ve cesareti taşıyor olmamızdır.. aksi halde herkes bizi çeşitli korkularla donatarak yönetebilir.. Oysa neyin doğru, neyin yanlış olduğu önceden hazırlanmış kalıplara göre belirlenemez, buna özgür irademizle karar verebilmemiz gerekir.. Kendimizi değerli hissetmemiz ve bizim de başkalarına değer vermemiz için, bize değer verilen bir ortamda yetişmiş olmamız gerekir.. Oysa toplumsal kültürümüz, çocuk yetiştirme yöntemlerimiz, dinsel öğretilerimiz buna engel teşkil ediyor.. Tüm öğretilerimiz bize boyun eğmeyi öğretiyor.. Kendimizi değersiz gördüğümüz için de sürekli bir tedirginlik ve suçluluk hali ile benmezkezci bir yapıya bürünüyoruz.. Bu sonuçla, kendi benliğiyle yüzleşerek, kendimizi yaratmak ve kendimiz olmak yerine, kişilik ve kimlikleri başkaları tarafından şekillenen insanlar oluyoruz.. Ve eksik kimliklerle yaşamak en önemli kişilik özelliğimiz oluyor.. Bize yöneltilen her türlü eleştiriyi (sosyal yaşam, günlük davranışlar, dinsel öğretilerin tartışılması vb. konularada) korkunç bir katı savunma sistemi geliştirerek karşılıyor, böylece yaşamsal konuları tartışamaz bir toplum haline geliyoruz.. Bilimsel eğitim sistemleri ile yetiştirilmediğimiz için, duygularımızı tanıyamıyor, tanıyamadığımız, anlam veremediğimiz farklı duygu durumları ile karşılaştığımızda, gelişmiş denetim mekanizmalarına sahip olmadığımız için, gerekli tepkileri veremiyor, bunun sonucu olarak doyurucu ilişkiler kuramıyor, empati yeteneğimizi geliştiremiyoruz.. Tek kelime ile özerk varlıklar olamıyoruz bir türlü.. Her önümüze gelen farklı bir söylemle bizi korkutuyor ve biz de kişiliklerimizi bu korkularla şekillendiriyoruz.. Özerk varlıklar olamamak ise, biz farkına varamasak da, içimizde biriken öfke nedeniyle; bazen kişiliklerimizde düşmanca eğilimler taşımamıza ve zaman zaman bunu dış dünyaya yansıtmamıza, bazen de çevremizdeki her şeye ve insanlara karşı ilgisiz davranmamıza neden oluyor.. Tüm bunların sonucunda, toplumla tanışmaya başladığımız iki yaşından itibaren, korkutulduğumuz ögeler yaşamımızı yönetir hale geliyor.. özellikle konu, alışılmış toplumsal ve dinsel kurallar olduğunda, nedenini hiçbir şekilde düşünmeden, irdelemeden, "bu konular tartışılamaz" diyerek sorunun çözümüne katkıda bulunmak yerine, sorunun bir parçası haline geliyoruz.. benim için tartışılamaz hiçbir konu yoktur.. Bir tek insan bile bir yasayı, kuralı ihlal ediyorsa, yasa ve kural koyucuların bunu mutlaka dikkate almaları gerekir diye düşünüyorum.. Şu bilimsel gerçeği özellikle vurgulama isterim: Beynimiz, yaşamımızda karşılaştığımız her olguyu, süreci, olayı, kısaca her şeyi kendi değerler sistemimize göre sorgulayan ve bir sonuca ulaştıran bir yapıya sahiptir.. Beynimiz bir tek olguyu, yani dinsel verileri ve kuralları, hiçbir şekilde sorgulamadan kabul eder.. Tanrı kavramı ortaya çıktığından beri, toplumları yönetenlerin en büyük desteği, insanların bu yönü olmuştur.. Mevcut kültürel yapımıza, entelektüel birikim ve 60'lı yaşlarımıza rağmen biz bile dini tartışmaktan korkuyoruz.. Bu ve buna benzer korkularımız bizi yalnızlaştırmaktan ve sorunları halının altına süpürmekten öte bir işe yaramıyor.. Ne olur, gelin her şeyi tartışalım, birbirimizin birikimlerinden yararlanalım, ön yargılarımızı bir kenara bırakarak kendimiz geliştirelim.. Luther, kilisesinin kapısına o ünlü bildiriyi astığında, "din tartışılamaz" diyenlerin karşısına "hayır tartışılması gerekir" diyenler olmasaydı bugünkü batı uygarlığı olabilir miydi acaba? Özel (hoşgörünüze sığınıyorum) ama çarpıcı bir örnekle konuyu bitirmek istiyorum.. Birkaç yıl önce bir engelli okulunda, herbiri farklı donanıma sahip sınıfları, içinde her şeyi olan sınıflar haline getirmek için bir yardım kampanyası başlatmış, bu vesile ile 7.000 lira toplamış ve sınıfları mobilya ve eğitim materyali yönünden, oldukça yeterli bir hale getiren bir çalışma yapmıştım.. Bu çalışma sona erdiğinde, bana parasal destek veren bir grup esnaf arkadaşım beni bir gün öğle yemeğine davet edip, benimle bir konuyu tartışmak istediklerini söylediler.. Daha önceden de bu tür davetler alıp farklı sosyal konuları tartıştığımız için "konu nedir, ona göre hazırlık yapayım" diye sorduğumda, "konu yok, sen gel yeter" dediler.. Ertesi gün yemekte buluştuk, yemeğimizi yedik ve içlerinden birinin iş yerine gittik.. Bu insanların hepsi iyi niyetli ve sade müslümanlardı.. Yani politik ya da tutucu yaklaşımları yoktu, tanrı'yla ve dinleriyle barışık insanlardı.. grubun sözcüsü olarak, benimle konuyu tartışan arkadaş bir yıl önce hacca gitmiş bir hacı idi, hacı dostum şunları söyledi: "aramızda konuştuk, biz dini kuralları yerine getirerek yaşamak isteyen insanlarız, kendi çapımızda bir şeyler yapıyoruz, ama senin gönüllü olarak yaptıkların yanında bizim yaptıklarımız anlamsız kalıyor, hiç kimseden hiçbir karşılık beklemeden engelli çocuklar için çok yararlı şeyler yapıyorsun, ihtiyacı olan yoksul öğrencilere burs veriyorsun, kısaca çok hayırlı işler yapıyorsun, ama düşündük ki, inançların çok zayıf, bu halinle cennete gidemeyeceksin diye senin için üzülüyoruz, sana bunu iletmek istedik, ne olur şu dinsel emirlere biraz daha önem ver" dedi.. diğerleri de bu cümleyi destekleyen şeyler söylediler.. Ne yalan söyleyeyim, insanların sizin için, böyle bir konuda endişe etmeleri harika bir duygu.. Bu duyguyu yaşadım ve hacıya şunu söyledim.. "Hacım sen bugün öldün ve diyelim cennete gittin.. Yarın da ben öldüm.. Tanrı sana haber gönderdi " yaa sorun bakalım bizim hacıya, Nazmi ölmüş, hacı ne derse onu yapacağım, Nazmi yi cennete mi alalım, cehenneme mi?" derse ne diyeceksin dedim.. Elbette önce "ya komutan, olur mu öyle şey, haşa" falan dese de zorladım onu.. soru elbette şaşırtıcı idi ve gerçekten o an aklıma gelen bir şeydi.. Arkadaş yutkundu, zorlandı ama "seni cennete aldırırdım" dedi.. Bunun üzerine bir soru daha sordum.. "Din olmasaydı, Allah kavramınız olmasaydı şu ankinden ne kadar farklı insanlar olurdunuz" dedim.. Aynı soruyu kendimize yöneltelim.. Müslüman olmasaydık, dinsel inançlarımız daha farklı olsaydı, bizler şimdiki olduğumuzdan daha mı farklı insanlar olurduk acaba.. Ya da iyi ve dürüst yaşamak için ille de bir dine, bir inanca ihtiyaç var mı? İsterseniz önce, hiçbir zorlama ve toplumsal baskı olmadan nasıl insanlar olacağımızı, olmamız gerektiğini tartışalım.. Ve Tanrı'yı düzen kurucu olarak kabul edelim.. Sorun çözücü olarak değil.. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.. Saglikla, sevgiyle kalin.