26 Ekim 2018 Cuma

YAŞANAN BİR OLAY ( MIŞ )



Cezayir'de kıt kanaat geçinen Cami hocasının hanımı hasta oluyor.
Doktor doktor gezip çare arıyor.
Ama tek çare var ameliyat...
Onun için de çok para istiyorlar.
Hocada para bitmiş.
Son çare Cuma Namazında toplanan halktan ağlayarak durumu anlatıp yardım istemiş.
Namazı kılan gitmiş.
Kimsenin umurunda olmamış.
Hoca üzgün,
Hoca kırgın,
Ne yapabilirim diye dalgın gezerken yolu bir meyhanenin yanından geçiyor.
Sarhoşlardan biri Hocayı tanır tanımaz dışarı çıkıp elini öpüyor , hal hatır soruyor.
Hoca derdini anlatıyor umutsuzca.
Sarhoş , Bekle beni hocam diyor ve tekrar meyhaneye giriyor.
Durumu içerdekilere anlatıyor ve 5 dakikada ameliyat parasından çok fazlasını Hocaya veriyor.
Hoca şaşkın,
Hoca sevinçli....
O sevinçle içeri girip " Allah hepinizden razı olsun. Benim sizler için yapabileceğim bir şey varsa söyleyin.."
Diyor..
Bir kaç sarhoş :
" Hocam bizim için dua et, Allah bize doğru yolu ihsan etsin bir an önce " deyince,
Hoca bağırmış heyecanla ;
" YOK YOK,
ALLAH SİZİ BU YOLUNUZDAN AYIRMASIN.
BU YOLDAN DA ŞAŞMAYIN" demiş.

Bir Kasabaya Sirk Gelmiş

Bir kasabaya sirk gelmiş ve sirkin geldigi gün aslan terbiyecisi istifa
etmiş gitmiş.
Patron panik halinde "hemen yerel gazeteye ilan verin acele bir aslan terbiyecisi bulalım" demiş. İlan vermisler, iki kişi gelmiş.
Biri uzun boylu, sarişın bir fostık, diğeri Temel, kel kafalı, kısa boylu ve şişman.
Patron, "ikiniz de aslan terbiyecisi misiniz?" diye sormuş, "evet"
demişler. Kıza, "önce sen gir bakalım kafese" demiş.
Kız girmiş, arkasindan kafesi kilitlemişler. Baba aslan kıza bakmış, ağır ağır yaklaşmaya başlamış, kız birden önünü açmış, çırılçıplak...
Baba aslan önce afallamış, sonra kıza yaklaşmış ve ayak ucundan başlayarak yukarıya kadar
yalamiş. Sonra, gevşemiş ve sakin, mutlu bir şekilde kızın ayaklarının
dibine yatmış.
Patron Temel'e dönmüş "Sen de aynı şekilde yapabilir misin?" diye sormuş.
Temel, "Yaparim ama önce aslanı kenara çekin"..! 😂

CANLILAR KAÇA AYRILIR ?…

Öğretmen küçük öğrenciye seslendi;

– Gel oğlum. Kalk bakalım tahtaya, sana bir sorum var.

– Buyrun, sorun öğretmenim
– Canlılar kaça ayrılır?

– Dörde ayrılır öğretmenim.

– Bana yanlış gibi geldi ama hadi say bakalım..

Minik öğrenci parmaklarıyla saymaya başladı;

– Bitkiler,Hayvanlar,İnsanlar,Çocuklar.

– Çocuklarda insan değil mi oğlum?

– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim

– Peki, şimdi yeniden say bakalım.

– Bitkiler, Hayvanlar ve çocuklar.

– Oğlum insanlara ne oldu?

– Kalplerinde sevgiyi yeşertip düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, diğerleri de hayvanlaştılar öğretmenim…

Şirket O Yıl Personel

Şirket o yıl personel gezisini Thailand' daki bir timsah çiftliğine yapmıştı. Kahvaltıdan sonra uçuk, kaçık patron ilginç bir teklifle karşılarına çıktı; Her kim ki timsahların yetiştirildiği gölete atlayıp, sahile sağ, salim çıkarsa 5.000.000 $' ın sahibi olacak, yok eğer timsahlara yem olursa, geziye kiminle katılmışsa o kişi 2.000.000 $ teselli mükafatı alacaktı.
Uzun süre kimse cesaret edip atlayamadı, ta ki bir adam atlayana kadar. En önde o, arkasında timsahlar delice bir yarış başladı. Adam hayatına oynamıştı. Nihayet adam kılpayı sıyrılarak sudan çıkmayı başardı. Bir süre tıkanan nefesinin düzelmesini bekledikten sonra, gırtlağını yırtarcasına bağırdı;
- Ulan hangi şerefsiz beni suya itti ... !!!
Ve kim çıktı dersiniz? Karısı !!!
Işte " Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır " sözü burdan gelmektedir ...😂

CENNET BİR YER DEĞİL, BİLİNÇ DÜZEYİDİR EVLADIM..?



Bir adam ölümünün ardından, öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün? Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor. Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış.

Adam şaşkın bir şekilde, “ Beni sizin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor. Aman Tanrım, bu nasıl oluyor?” diye sormuş.

Tanrı gülümsemiş ve “Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım. Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminiz de özgür bıraktım. Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için, sizi yargılamak kendimi yargılamak olur. Ayıca benim yargılama ma ne gerek var ki?

Her şeyi bilen ben, sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış. Onlar seni affeder se ne ala! Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor,” demiş.

Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezler se ne olacak?”

Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş ve “Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın. Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın,” demiş.

Adam bir süre düşünmüş, “Peki cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya.

“Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir. Cennet de dünyadan başka yerde değil,” demiş Tanrı.

“Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi,” diye karşı çıkmış adam.

“Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır!” demiş Tanrı.

“Peki dünyaya döndüğümde, doğru yolu görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam.

“Ben bunun için siz insanların içine 'vicdan' denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın, yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz!” diye yanıt vermiş Tanrı.

“Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam.

“Hem size şah damarınızdan daha yakınım hem de düşman olduklarınız kadar sizden uzağım,” demiş Tanrı. “Çünkü düşmanlarınız da benim, siz de bensiniz.”

“Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrım?”

Gülmüş Tanrı ve yanıt vermiş: “Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara: Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz?
Ne kadar bilgi kazandınız?”

*Kaynak : C.E. Emre

19 Ekim 2018 Cuma

Temel Köyünde

Temel köyünde herkes gibi balıkçılık yapmaktadır.
Bir gün hastalanır ve balığa çıkamaz.
Fadime balığa ben çıkıcam der ve sahile gelerek teknesine biner. Köyün tüm balıkçıları sağ tarafa giderken Temelin karısı sola gider. Tüm balıkçılar akşam boş dönerken o teknesinde balık dolu döner. Ertesi gün tüm köylüler bu kez sola giderken o sağa gider ve akşam yine tüm balıkçılar boş dönerken o teknesinde balıkla dolu döner. Bu böyle bir çok kere devam eder. Balıkçılar bu işin sırrını Temelin eşine gururlarına yediremediklerinden soramazlar. Sonunda eşlerinin gidip Fadime' ye sormalarına karar verip eşlerini gönderirler. Kadınlar gider bir süre sonra sorarlar. Hangi yöne gitmeye nasıl karar veriyorsun Fadime ?
Çok basit der Fadime. .
Balığa çıkmadan hafifçe yorganı kaldırıp Temelinkine bakıyorum, sola yatıksa sola, sağa yatıksa sağa gidiyorum. Kadınlar merak içinde;
Ya dikse ne tarafa?
Fadime cevabı yapıştırır: O zaman balıkta ne işim var..

95 Yaşındaki Bir Kadın

95 yaşındaki bir kadın fotoğrafçıya gidiyor. Adama " benim fotografımı çekin ve fotoshop yapın. Ama ne güzelleştirin ne gençleştirin" diyor.
Fotografçı "ne yapalım o zaman ?" diye soruyor.
Kadın " boynuma ihtişamlı bir zümrüt kolye, parmağıma da gösterişli bir yakut yüzük yerleştirin" diyor.
"Ölümümden sonra gelinlerim canları çıkncaya kadar bunları arayıp dursunlar" ...😜

80’lik ihtiyar

80’lik ihtiyar 20 yaşındaki kıza aşık olur ve evlenirler.
Küçük kasabada büyük olay yaratan evlilik memnun mesut devam ederken bir yıl sonra ihtiyar adam karısını doğum yapmak üzere hastaneye getirir.
Herkes şaşkınlık içindedir. Derken hemşire gelip adamı tebrik eder:
Bu mükemmel birşey! Bu yaşta bunu nasıl başardınız ?
“Eee” der ihtiyar,
“Motoru sıcak tutacaksın kızım!”
Ertesi yıl 80’lik ihtiyarın 20’lik karısı tekrar hamile kalır ve yine aynı hastaneye gelirler. Hemşire yine büyük bir şaşkınlık içinde,
“Tebrik ederim, bu olağanüstü birşey!” deyince ihtiyar kıs kıs güler: “sana söyledim. Motoru sıcak tutacaksın!”
Bir sonraki yıl, ihtiyarın karısı yine hamiledir ve karısı doğumhanede iken gelen hemşire ihtiyara:
“Vay be ne erkekmişsin!” der. ihtiyar, “Motoru sıcak tutacaksın” diye cevap verince hemşire atılır:
“Eh artık yağı degiştirsen iyi olacak. Bu defaki zenci!”😀

ERKEKLERİN, ADI KONULMAMIŞ KURALLARI...?

* Bir erkek, erkek arkadaşıni ortada kız meselesi varsa her zaman satabilir. Ve erkekler arasında bu durum sorun olmaz, halden anlarlar...
* Cebinde para olmayan erkek kendini çıplak hisseder...
* Erkekler sevgilileri ile olan yatak hikayelerini başka erkeğe anlatmaz...
* Yeni çıkan çiftlere salça olunup yanlarında takılınmaz. Bir bahane bulunup kaçılır...
* Pisuvara işerken bir sıra boşluk bırakmak farzdır...
* Erkeğin en önemli makyajı saçlarıdır...
* Erkekler yeni bir şey aldığında ya da güzel bir olay olduğunda mutlaka arkadaşları ile birlikte ıslatır...
* Erkekler saç traşı olunca bir an evvel eve kaçma telaşı içine girer, kuaförden çıkan kadınlar gibi salına salına dolaşmaz...
* Küfür erkeğin süsüdür...
* Erkeklerin başlıca savunma sözcüğü "Ne alakası var ya!" dır..
* Erkekler aynı odada birlikte soyunup giyinmez...
* Her erkek alkollüyken çok iyi araba kullandığını iddia eder. Ama bu sadece iddia boyutunda kalır...
* Erkekler pazar torbası taşımaktan nefret eder...
* Erkeklerin muayyen günü yoktur, her an herkese dalabilirler...
* Ne kadar tartışma olursa olsun, yanında sevgilisi ya da eşi olan adamla kavga edilmez...
* Bir erkek bir erkeği derdi, problemi varsa sessizce dinler. Envai çeşit sorularla ağzından laf almaya çalışmaz...
* Erkekler doğrulardan çok yalanları dinlemeyi sever...
* Erkek bahşiş bırakmadığı zaman kendini kötü hisseder...
* Bir erkek uzun zamandır görmediği bir dostuyla karşılaştığında "Ayy sen kilo almışsın" demez; "Ulan manda gibi olmuşsun" der...
* Erkekler birbirlerine lakap takar. "Ayı Mustafa", "Kel Ergün" gibi. Ama kadınlar da "Ayı Nermin" ya da "Kıl Merve" lakaplı kimse yoktur...
* Erkekler arasında bir problem tartışılmış ve konu uzlaşarak kapanmışsa bir daha 'Sen şu tarihte bana böyle yapmıştın' veya 'Bunu söylemiştin' diye asla yeniden eski defterler açılmaz...
* Arkadaşının yeni sevgilisinin güzelliği ve çirkinliği hakkındaki fikirler ayrıldıktan sonra söylenir...
* Her erkek çapkınlık hikayesi anlatırken "O gün cepte de balya sağlam" diye mevzuya girer...
* Erkekler bir kadınla yemeğe çıktığında mutlaka 3-5 defa tuvalete gider. 4'ü telefonunu kontrol etmek için, biri de garsona "Hesabı ince gönder şefim" demek için...
* Bir erkek başka bir erkek muz yerken onunla göz teması kurmaz...

Güzel Sözler

1 – "Hiçbir şey zekayı seyahat etmek kadar geliştirmez." Emile Zola
2 – "Seyahat için yaptığın yatırım kendin için yaptığın en iyi yatırımdır." Matthew Karsten
3 – "Hayat ya cesur bir maceradır ya da hiçbir şey!" Helen Keller
4 – "Uzaklara gittikten sonra tamamen değişmiş biri olarak dönmek gerçek bir mucize." Kate Douglas Wiggin
5 – "Gezgin bir yere varmak için değil, keşfetmek için seyahat eder." Goethe
6 – "Hayat bir kitaptır ve gezip görmeyenler hep aynı sayfayı okur." St. Agustine
7 – "Gezgin önüne ne çıkarsa onu görür, ama turist neyi görmek istiyorsa onu." G.K. Chesterton
8 – "Senede bir defa daha önce hiç görmediğin bir yere git." Dalai Lama
9 – "Her şey kötüye gittiğinde kendine bir tatil ısmarla." Betty Williams
10 – "Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez." – Andre Gide
11 – "Turistler nereye gittiklerini, gezginler nereye gideceklerini bilemezler." – Paul Theroux
12 – "Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir." Bosna Atasözü
13 – "Para harcayarak sizi zengin yapacak tek şey seyahat etmektir." – Anonim
14 – "Mutluluk gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil." – Epiktetos
15 – "Ne kadar uzağa gidersem kendime o kadar çok yakınlaşıyorum." – Andrew McCarthy
16 – "Yaşa, seyahat et, maceraya atıl, şükret ve asla pişman olma." Jack Kerouac
17 – "Mesele son durağının neresi olduğu değil, nasıl anıların ve yaşanmışlıkların olduğudur!" Penelope Riley
18 – "Macera tehlikeli sanıyorsan, rutini dene; öldürücüdür." Paulo Coelho
19 – "En uzun yolculuklar bile tek bir adımla başlar." Laozi
20 – "Bilmediğin bir yola gitmek bilmediğin bir yönünü keşfetmektir." – Martin Buber
21- "Seyahat insanı alçak gönüllü yapar. Size dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiğinizi görmenizi sağlar." - Gustave Flaubert
22.Gezen çocuk akıllı olur.Cemal Borandağ

12 Ekim 2018 Cuma

Hani Şu Meşhur

Hani şu meşhur dörtlü vardıya ...Bir İngiliz, bir Fransız,bir Amerikalı bir Türk..
İşte bu defa onların eşleri bir araya gelmiş önce İngiliz hatun başlamış anlatmaya:
- Benim eşim öyle romantiktir ki her sabah eline bir gül alır o gülü
tüm vücudumda gezdirerek beni uyandırır.
Amerikalı atlamış hemen:
- Aaa benim eşimde çok romantiktir. Sabah ayak ucumuzdaki pencereyi
açar hafif rüzgar ayaklarımdan başlayıp tüm vücudumu gezerek beni uyandırır ve eşim mutlaka başucuma bir çiçek bırakmış olur.
Fransız gülümsemiş kendinden emin:
-Bunlar da ne ki benim eşim her sabah ayaklarımdan başlayıp tüm
vücudumu, en son da dudaklarımı öper ve her sabah mutlu bir şekilde uyanırım.
Türk Kadını kıskanç mı*

Varsan ve Sesimi Duyuyorsan

Varsan ve sesimi duyuyorsan; sana Tanrım diye seslenmekle hata ettiysem beni bağışla. Gerçi kusur bende değil bize senin ismini çok farklı bildirenlerde. “Allah” mı demeliydim yoksa “Yahve” mi? Tao mu demeliydim yoksa Eloha mı? Her kitabında ismin farklı. Tabi o kitapların senden olduğu da şüpheli. Şaşkınlığımı hoşgör Tanrım..
Tanrım sen neredesin? Buna akıl erdiremedim. Kutsal kitapların hem “O her yerde” diyor, hem de “Gökte”. Bu nasıl oluyor Tanrım? Gök diye herkes yukarı bakıyor. Ama Evrende yukarısı neresi, aşağısı neresi ona da akıl erdiremedim. Türkiye’den yukarı bakınca ile, Yeni Zelanda’dan yukarı bakınca uzay koordinatları çok farklı olmuyor mu Tanrım? Yoksa bize mi yanlış öğrettiler?
Yoksa onlar yeri uçsuz bucaksız düz bir toprak, göğü-uzayı da yerin üstünde bir kubbe mi sanıyorlardı?
Ey Tanrım ;
İsrailoğullarına sayısız peygamber gönderdin. Bildiğimiz peygamberlerin Muhammed hariç nerdeyse tamamı Yahudi. Kur’an’da ise her kavme bir peygamber gönderildiği yazılı. Ama biz bilmiyoruz. Türk peygamber, Hint peygamber, Rus , Alman, Japon, Çinli peygamber geldiyse onları neden bilmiyoruz Tanrım? Bu haksızlık değil mi? Neden sadece Yahudi peygamberler tanınıyor?
Niçin peygamberlerin getirdiği hükümler hep farklı. Birisine göre domuz, şarap haram. Diğerinde helal. Kimisinde sünnet var. Kimisinde yok. Kimisi Kudüs’ü kıble ediniyor. Kimisi Kabe’yi. Kimisinde zina eden taşlanıyor. Kimisinde kırbaçlanıyor. Birisi cumartesi kutsal gün diyor. Diğeri cuma. Öbürü pazar. Birinde ezan okunur, diğerinde çanlar çalar. Tapınakların niçin farklı her yerde? Kiminde secde edilir, kiminde oturarak dinlenir. Kiminde ise dönülür, oynanır. Birisi “Üzeyr Tanrı’nın oğlu” diyor. Diğeri İsa. Öbürü de “Yaratmasaydım Muhammed’i yaratmazdım alemi” dediğini yazıyor. Bunların hangisi doğru?
Neden kimi peygamber dünya nimetlerinden uzak durmuş, hiç evlenmemiş de, kimisi ise harem kurmuş, saltanat oluşturmuş? Hem neden babadan oğula peygamberlik verdin? Kendisi peygamber oğlu, torunu, torununun torunu da peygamber. Yok muydu başka düzgün insan? Yoksa neden yaratmadın da kafamızı böyle karıştırdın?
Madem bunları gönderen sensin, bunlara ayrı dinler niye kurduttun? Neden hepsi birbirine düşman? Neden sonradan gelenler öncekileri kabul ediyor da, öncekiler sonradan gelenleri kabul etmiyor? Niçin yüzyıllardır aralarında savaşıyorlar? Hangisi kutsal toprak? Kudüs mü? Yoksa Mekke mi?
Madem hesap günü var, mizan var, hesap ortaya çıkmadan kabir azabı neden? Yoksa yalan mı?
Ya cennet cehennem? Huriler, gılmanlar doğru mu?
Peki ya ebedi cehennem? Doğru mu gözlerini, kulaklarını perdeleyip, kalplerini mühürlediğin ve isteselerde inanamıyacak durumda olan insanları sonsuza kadar ateşte yakacağın?
Kime inanalım, kime güvenelim ey Tanrım?
Eğer bu din ve mezheplerden herhangi biri doğruysa, bu doğru olan din veya mezhebi keşfedemiyenlerin hali ne olacak? Bunun günahı vebali o doğruyu keşfedemiyenler mi?
Bunca çelişki arasında, sen insan olsaydın doğruyu bulabilir miydin ey yüce Tanrım?
Sen kalbi mühürlü bir insan olsaydın ebedi cehennemi haklı bulabilir miydin?
Tanrım senden dileğimdir;
Bugüne kadar çelişkiler içinde bıraktığın gelmiş geçmiş tüm insanları yargılayacaksan eğer inançlarından dolayı değil, amellerinden dolayı yargıla. İnançlarından dolayı yargılamayı düşünüyorsan eğer, geçmişte yaşamış olanları değil, bundan sonra yaşayacak insanları mühürsüz, perdesiz yaratarak ve onlara kesin delillerle, çok dil bilen, birçok konuda ihtisas sahibi, insanları her konuda aydınlatacak ve gelecekteki insanlara da kalıcı kanıtlar bırakacak, inanılır, güvenilir, bilgeliğiyle, erdemiyle örnek bir elçi gönder. Öyle 10-15 eşi, bir yığın cariyesi ve kölesi de olmasın ama. Kimseyi öldürtüp, katletmesin. Bir öyle bir böyle konuşup yazmasın. Ama en iyisi hiç gönderme. İnansın, inanmasın; insanları sadece iyiliğine, kötülüğüne, yaptığı işlere göre değerlendir.
Dünyadaki adaletsizlik, zulüm, vahşet sona ersin. Sevgi , dostluk, barış, huzur ve mutluluk egemen olsun. Bu dilekçeme cevap gelmezse, ben yine bana verdiğin akıl doğrultusunda gideceğim. Senden başkasına eyvallah etmeyeceğim. Ne Yahudi-Arap kuzenlerinin, ne de insanı Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu edinenlerin yolunda gitmeyeceğim. Dünyada sevgiyi, adaleti, barışı şiar edineceğim. Verdiğin bir ömürlük dünya ise kabullenmekten gayrı çaremiz yok. Varsa eğer ölüm sonrası ister dondur ister yak. Elimden, beynimden gelen bu. Tek yapabileceğim, seni reddetmeyeceğim. Reddedenleri ise asla kötü addetmeyeceğim. Kusurum varsa sen bağışla Tanrım !!

Karı- Koca Balkonda

Karı- koca balkonda oturmaktalar ve adam rakısını yudumlamaktadır.
Adam:
-Sensiz bir hayat düşünemiyorum, hayatıma renk kattın, seni seviyorum.
Kadın:
-Bunu sen mi söylüyorsun, rakı mı söyletiyor?
Adam:
-Hayır, ben rakıya söylüyorum...😜

Bir Bufalo Sürüsü

Bir bufalo sürüsü en yavaş bufalonun hızında hareket eder.
Sürü saldırıya uğradığında ilk olarak en arkadaki zayıf ve yavaş olanlar öldürülür.
Bu doğal seleksiyon sürünün tümü için yararlıdır, çünkü sürünün genel hızı ve sağlığı bu zayıf üyelerin ölümü sayesinde korunur.
Aynı şekilde insan beyni de en yavaş beyin hücrelerinin hızında çalışır.
Bugün bildiğimiz gibi alkolün aşırı tüketimi beyin hücrelerini öldürmektedir.
Ancak, doğal olarak, alkol en yavaş ve zayıf beyin hücrelerine saldırmaktadır.
Bu yolla rakının veya şarabın düzenli tüketimi zayıf beyin hücrelerini öldürerek beynin daha hızlı ve etkili bir makine olmasını sağlamaktadır.
İşte bu nedenle bir kaç kadehten sonra her zaman kendinizi daha zeki hissedersiniz.
İÇELİM AKILLANALIM… AFİYET OLSUN…

BİTMEYEN FIKRA

Patron, sekreterine talimat verir:
- Bir haftalığına iş için yurtdışına çıkacağız. Ona göre hazırlan...
Sekreter kocasını arar :
-Patronla bir haftalığına yurtdışına çıkacağız. Sen başının çaresine
bakarsın artık...
Kocası sevgilisini arar:
-Karım bir haftalığına yok. Bu haftayı beraber geçirelim.
Sevgili, özel ders verdiği minik çocuğu arar :
-Bu hafta sana ders veremeyeceğim. Gelmene gerek yok.
Minik çocuk dedesini arar :
- Dedeciğim, bu hafta dersim yok. Öğretmenim yok. Bu haftayı beraber geçirelim.
Dede (1.bölümdeki patrondur) sekreterini arar:
-Bu haftayı torunumla geçireceğim. Gezimiz iptal oldu. Gidemeyeceğiz...
Sekreter kocasını arar:
-Gezimiz iptal oldu. Gidemeyeceğiz!
Koca sevgilisini arar:
-Bu hafta beraber olamayacağız. Karımın gezisi iptal oldu.
Sevgilisi ders verdiği minik çocuğu arar:
-Bu hafta sana ders verebileceğim. İşlerim iptal oldu.
Minik çocuk, dedesini arar :
-Dedeciğim, öğretmenimin işleri iptal oldu. Bu hafta beraber
olamayacağız. Çok üzgünüm!
Dede sekreterini arar:
-Merak etme! Bu hafta yurt dışına çıkabileceğiz.

Amerikalı Milyoner

Amerikalı milyoner bir bayan, genç ve yakışıklı avukatı
çağırır ve der ki: - Artık yetmiş yaşına geldim ve biliyorum
ki artık bu dünyada misafirim. Bugün yarın demeye kalmaz ruhu
teslim ederiz... Onun içindir ki sana vasiyetimi yazdırmak
istiyorum
Avukatı da;
- Tabi hanımefendi, diyerek hemen kağıt ve kaleme sarılır.
Kadın başlar saymaya...
- Benim bildiğin gibi hiç kimsem yok bugüne kadar
hep tek başıma mücadele ettim ve çalışmaktan ince işlere bile
zamanım olmadı.. Kendimi bildim bileli iş hayatının içindeyim.
Sadece iki dileğim olacak...
Biliyorsun servetimin tamamı 100 milyon dolar... Bana
öldüğümde 99 milyon dolar harcanarak öyle görkemli bir
cenaze töreni hazırlansın ve yapılsın ki; bütün ülke bunu
günlerce konuşulsun der...
Avukat:
- Evet efendim anladım, der ve 'İkinci dileğiniz ne' diye
sorar.
Yaşlı ve zengin kadın biraz utanarak biraz da sıkılarak genç
ve yakışıklı avukatına,:
- Bugüne kadar hiç kimseyle beraber olmadım ve hala bakireyim,
der.
- Dediğim gibi bugün yarın göçüp gideceğim bu fani dünyadan...
Bu zevki tatmadan ayrılmak istemiyorum ve benimle iş tutmayı
kabul edecek kişiye de geri kalan 1 milyon doları vereceğim
der.
Avukatın gözleri açılır ve:
- Anladım efendim, diyerek kendisine bu konuda yardımcı
olabileceğini söyler.
Genç avukat akşam eve geldiğinde kara kara düşünmektedir...
Karısı bir şeyler olduğunu anlamıştır ve konuyu avukatın
açmasını bekler...
En sonunda adam karısına açılır ve o günkü yaşlı milyonerle
aralarında geçen konuşmayı anlatır...
Eşi de 1 milyon dolara bu işi yapacak birilerini
bulabileceğini söyler ve bunu problem yapmamasını söyler....
Avukat en sonunda ağzındaki baklayı çıkarır ve:
- Hayatım biliyorsun bugünlerde benim de işlerim pek yolunda
gitmiyor ve 1 milyon dolar da çok iyi para hani diyorum eğer
sen de kabul edersen bir kereden bir şey olmaz... Hem
ihtiyarın hayrını alırız hem de iyi bir para kazanmış oluruz
ne dersin diye sorar...
Genç kadın biraz düşündükten sonra;
- Haklısın hayatım zaten yolun sonuna gelmiş durumda hem 1
milyon dolar da çok iyi para bence bir mahsuru yok der....
Genç avukat gelişmelerden son derece memnun ve sabahı zor eder
doğru yaşlı milyonerin yanına...
- Efendim, der.
- Eğer sizin için de bir sakıncası yoksa 1 milyon dolarlık
vasiyetinizi yerine getirmek için talibim..
Zaten milyoner bakirenin arayıp da bulamadığı bir olay...
Peki o zaman yarın sabah saat 10:00 da malikaneye gelirsin ve
bu işi bitiririz der...
Akşam avukat son derece neşeli evine gider ve eşine milyoner
bakireyi razı ettiğini ertesi gün bu iş için saat on'da evine
gideceğini söyler..
Eşi de;
- Peki o zaman yarın seni ben bırakırım tahmini yarım saat
sürse ben seni 10:30 gibi yine oradan alırım, diyerek
anlaşırlar...
Aynen planlandığı gibi ertesi sabah kadın avukatı malikaneye
10 da bırakır ve gider..10:30 civarında evin önüne gelir ve
beklemeye başlar... Evde hiç kıpırtı yok..
- Neyse, der kadın 5-10 dakika uzayabilir önemli değil diye
düşünür...Saat 11'e doğru artık dayanamaz ve başlar dıt dıt
kornaya basmaya... evden hala ses yok..
Birkaç dakika sonra tekrar dıt dıt... Gene çıt yok....
Artık kadın iyice sinirlenmeye başlar ve hiç aralıksız kornaya
basar.....
Daaaaaattttttt !!!!! daaaatttttt. ..!!!!!!
Derken pencereden yarı çıplak vaziyet de genç avukat çıkar ve
eşine seslenir :
- Sevgilim sen bugün git benim ne zaman geleceğim belli
değil... Kadın fikrini değiştirdi Cenazemi belediye kaldırsın
diyoooor...

Elias Canetti

Elias Canetti, “Körleşme” adlı romanında Prof. Kien adlı bilim adamını anlatır. Prof. Kien dünyanın sayılı sinologlarından biridir. Hayatını kütüphanesinde geçirmektedir. Kitaplardan daha önemli hiçbir değer, nesne, varlık yoktur Prof. Kien için. Sadece okumak ister, düşünmek ve yazmak! İlk bakışta cazip gibi görünse de böyle yaşamak, gerçek bir körlük halidir bu! Yanında çalışan Therese adlı kadın kitaplarına çok iyi davrandığı için ilgisini çeker, günün birinde evlenmek isteyince Therese, ‘hayır’ demez ona Prof. Kien ve o andan itibaren de hayatı altüst olur. Prof. Kien bilgi deposudur ama yaşam deneyiminden yoksundur. Açgözlü, cahil kadın hemen yönetime el koyar. Kadın bu varlıklı adamın neyi var neyi yoksa ele geçirir, kitaplara da kötü davranmaya başlar. Prof. Kien korkunç günler geçirir, kendini tuhaf olayların içinde bulur. Kabaca öykü bu! Elbet roman mutlaka okunmalı.

İlçenin Birinde

İlçenin birinde çapkınlığıyla ünlü bir müdür varmış. Dedikodular ayyuka çıkınca kaymakam bu müdürün tayinini çıkarmış.
Veda ziyaretlerine çıkan müdür kaymakama gelmiş.
Merak eden kaymakam sormuş:
“Ya müdür bey, senin için çok çapkın diyorlar, nasıl yapıyorsun bu işi?”
Adam anlatmış:
“Kaymakam bey, hiç de zor değil, gözüme kestirdiğim bir kadına usulca yaklaşıp sağ elimi bir kalçasına koyuyorum. Baktım ki ses yok, sol elimi de öbür kalçasına atıp devam ediyorum.”
Kaymakam akşam eve gidince, karısını mutfakta bulaşık yıkarken görmüş “Dur bakalım bizim müdürden öğrendiğimi uygulayayım” demiş ve sağ elini karısının bir kalçasına, sol elini de öbür kalçasına atmış…
*
Arkası dönük olan karısı:
*
“Ay müdür bey” demiş “Sizin tayininiz çıkmamış mıydı?

TÜRKLER GİBİ EĞLENMEK... 😊



Almanya’dan gazeteci bir dostum aradı. Bir meslektaşımızın Ankara’ya geleceğini ve Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir makale yazacağını söyledi. Gelecek arkadaş Türkiye’nin katılımına sıcak bakıyormuş. Benim adımı, telefonumu vermiş, yardımcı olmamı istiyormuş. Kabul ettim. Neticede bir yerde memlekete hizmet durumu...
Ertesi gün aradı, buluştuk. Bir yerde oturduk bir-iki fincan çay içtik. Nereye gitmek istediğini sordum. “Kocatepe Camii” dedi. “Niye”, diye sordum. “Sen Müslüman mısın?”. Değilmiş, ama merak ediyormuş. Neyse gittik. Bana kubbenin çapından, avizenin ağırlığını, toplam kapalı alanın metrekaresinden, avlunun kapasitesine kadar sorular sordu. Önce soruyu soruyordu, ondan sonra cevabını veriyordu.
Sonra akşam oldu. “Türkler gibi eğlenmek istiyorum” dedi. “Siz nasıl eğleniyorsanız, bir akşamı nasıl geçiriyorsanız, tam öyle”. “Yahu yapma” dedim, “bünyen kaldırmaz” dedim, dinletemedim. Eh, artık keyfi bilir. O yıllarda Ankara’ da benim en sık uğradığım mekânların başında Sembol Tanju’nun Neyzen’i vardı. Beraber Neyzen’e gittik.
Önce dekorasyondan büyülendi. Hatta not defterini çıkardı, ufak tefek eskizlerini çizdi. Derken ney taksim başladı. Çok şaşırdı; “Bu dini bir enstrüman değil mi? Dini müzik çalıyor. Burası dindarların devam ettiği bir lokanta mı” diye sordu. “Boşver” dedim, “takıl”.
Neyden sonra ise -Neyzen’de adet olduğu üzere- aryalar okunmaya başlandı. Misafirim biraz daha şaşırdı. “Sizde” dedi, “dinî müzik dinleyen, opera da dinliyor mu?”. “Sizde dinlemez mi” diye sordum, aklı karıştı.
Bu arada hayret içinde masaya yığılmaya başlayan mezelere, masalardan masalara yapılan rakı-meze ikramlarına bakıyordu. “Burada herkes birbirini tanır mı”diye sordu, “yoo, yahu boşver, sen takılmana bak” dedim.
Aryalar bittiğinde ise sıra popüler şarkılara geldi. Benden sözlerini çevirmemi istedi. Bir-iki şarkı sonra not defteri yeniden çıktı ve deli gibi not tutmaya ve soru sormaya başladı.Alevi türküsü okununca, “burası Alevilerin yeri mi?”, Dokuz sekiz çalınca, “buraya Çingeneler mi geliyor”, Ege türküsü okununca “buradakiler efeleri neden destekliyor?” diye sorular sordu durdu. Arada bir de “bu müziklerden birini dinleyen ötekileri de dinliyor mu” diye sordu, daha da neler neler;
-Şu Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
- Buraya Urfalılar mı geliyor?
- Hayır.
- Lörke, lörke, lülülülü
- Burası Kürtlerin mi?
- Hayır
Bunlara anlam vermeye çalışırken, önce “Çiao Bella” sonra da “Venseremos” çalınca birden ciddileşti.
-Bana istediğini söyle, ama ben bunun Şili Komünist Partisi marşı olduğunu biliyorum.
-Doğru, öyle zaten.
-Burası Komünistlerin mi?
-Şöyle bir çevrene bak, öyle mi görünüyor?
-…
Hayatında peçetenin sadece ağız silmek için olduğunu zanneden ve çatal-kaşık ile tabağa vurarak hiç bateri çalmamış bu arkadaş, sandalyelere çıkanlardan da önce biraz korktu. Sonra onun da içi gitti, fark ettim, ama bir şey söylemedim.
Mezeler bitip, balıklar geldiğinde ise fena afalladı. Önce “biz yemek yedik ya” dedi, sonra “ama ben doydum” dedi, fakat ben “madem Türk gibi eğleneceksin, bunu da yemelisin” deyince, pek itiraz edemedi. Bu arada ben de şarkıları türküleri çevirmeye devam ediyordum. Ben çeviriyordum, o dehşet içinde bana bakıyordu, sonra bir soru soruyordu, ben de cevap vermeye çalışıyordum;
-Yaslan dağın yamacına Halil İbrahim.
-İbrahim kim? Meşhur birisi mi?
-Ben ne bileyim.
-Herkes alkışlıyor, onlar mı tanıyor?
-Bilmem. Yahu, güzel bir türkü işte, takılmaya bak.
-Düşman galip geldi haklayamadım, döküldü cephanelerim toplayamadım.
-Bu, kahramanlık türküsü mü?
-Hayır, eşkiya türküsü.
-Bu eşkiyalar politik mi?
-Yok be, bayağı eşkiya. Bizde eşkiyaya türkü yakarlar.
-Peki şu kızla adam niye romantik romantik dansediyor.
-Şarkı güzel.
-Ben bunu anlamıyorum. Yani aşk, düşman, cephane?
-Boş ver işte, takıl.
-Vur hançeri kadınım ben öleyim.
-Neden kadınının onu bıçaklamasını istiyor?
-Çok seviyor.
-Seviyorsa evlensinler.
-Evlenemezler.
-Niye?
-Dedim ya, birbirini çok seviyorlar.
-Kanım aksın ki, terk etmem seni.
-Neden kanı akıyor, kaza mı geçirmiş?
-Yok canım. Yani o kadar çok seviyor. Seni terk edersem öleyim diyor.
-Biraz garip.
-Yahu boş ver, sen takıl.
Bir-iki şarkı daha dinledi. Sonra patladı;
-Yahu sizde bütün şarkılar aşk ve ölümle ilgili.
-Evet, ne olmuş. Hayat da öyle... Başka ne var ki?
-Doğru aslında. Ama biraz garip değil mi?
-Ne yapacaktık, çayıra çimene şarkı mı yazacaktık? Biz bu kadarını yapabiliyoruz.
-Yanlış anlama. Hepsinin de sözleri çok güzel.
-Sorun ne?
-Bilemiyorum.
Bütün masalar ağzı kulaklarında hoplaya-zıplaya “sürünüyorum” diye göbek atarken, yüzünü görmeliydiniz. Sonra Çile Bülbülüm çalınca, bu defa komaya girdi.
- Bu şarkıda Allah diyorsunuz.
- Evet, deriz.
- Ama Allah deyip rakı içiyorsunuz.
- Ne olmuş, içeriz.
- Yanılıyorsam, lütfen düzelt. İslâm’da alkol günahtır.
- Doğru.
- O zaman neden yapıyorsunuz?
- Güzel oluyor. Sana bir sır vereyim mi? Bugün müzede gördüğün heykeller varya, dün burada onlar içiyordu. Allah deyip, rakı içtikleri için taş oldular. Garsonlar onları gizlice müzeye taşıdı.
- …
- Yahu şaka, gevşe biraz. Sen takılmana bak.
10. Yıl marşı başlayıp, bütün masalar tempo tutunca ise manası Türkçe’de aşağı-yukarı “oha” olan bir lâf etti. En çok da Onuncu Yıl Marşı eşliğinde tren yapılmasını yadırgadı. Önce kısık bir sesle “burası emekli subayların lokantası mı” diye sordu. Nasıl baktıysam, “boşver” dedi, “takılalım”.
Bir de bir Arap bir de Yunan şarkısı çalınca tümden aklı karıştı.
-Siz Yunanları seviyor musunuz?
-Arada bir.
-Ama Yunan şarkısı dinliyorsunuz?
-Arada bir işte...
-O demin söylenen Arapça şarkı ne diyor?
-Ne bileyim ben.
-Yunanca şarkının sözleri ne?
-Yahu nereden bileyim?
-O zaman neden dinliyorsunuz?
-Güzel oluyor. İlla anlamak mı lâzım.
- …
Bir Azerî türküsünü de tercüme edince, “buradaki herkes Azerice biliyor öyle mi?” diye sordu, ama artık ben de de cevap verecek takat kalmamıştı.
Onun bu kültür şoku üç-dört saat sürdü. Sonra kalkmak istedi, yorulmuştu. “Yahu olur mu” dedim, “daha çorba içeceğiz”. Bana çok garip baktı, “ama yemek yemiştik. Yemekten sonra da balık yemiştik. Rakının üzerine nedense bira da içtik. Üstelik o kadar yemeğin üzerine sıcak helva da yedik, sonra bir de meyve yedik. Onun da üzerine kuru yemiş yedik. Kahve de içtik”…
“Olmaz”, dedim. “Şimdi de çorba içeceğiz. Devamında da dürüm yiyeceğiz. Türkler gibi eğlenmek istemiyor muydun?”
Boynunu büktü. Bir şey söylemedi. Oradan bir dürümcüye gittik. Mercimek çorbası, birer porsiyon soslu-soğanlı dürüm... Ben “keşke başka çorba içseydik” deyip, keyifle, şırdan tuzlama, paça ve işkembeyi anlatmaya başladım, ama yüzünü ekşiterek eliyle “ne olur sus” gibisinden bir hareket yaptı. Onu pek anlamadım.
Yolda bana baktı, baktı sonra; “biliyor musun?” dedi, “biz Almanlar da aslında eğleniriz”…
“Ne yaparsınız” diye sordum, “uzun masalarda yan yana oturup, bira içerek, sallandığınızı biliyorum. Bir de bizde ilkokulda deve-cüce diye bir oyun vardır. Galiba onu da oynuyorsunuz” dedim. O bir şey demedi…
Biraz sonra “biraz fark olacak tabii, siz Akdeniz milletisiniz” dedi. Ben de “tam değil” dedim. “Aslında aynı zamanda Kafkasyalı, Orta Asyalı, Orta Doğulu, Avrupalı, Balkanlı ve Egeli, Karadenizli’yiz” dedim.
“Haydi” dedim. Sevinçle “otele mi gidiyoruz” dedi. “Yoo..” dedim, “Gölbaşına. Orada göl var. Şimdi yola çıkarsak, şafak sökerken orada oluruz. Güneş doğarken rakı içeceğiz”. Bana garip garip baktı, “ondan sonra otele dönebilir miyim” diye sordu.
Kahvaltı saatinde oteline bıraktım. Öğleyin yeniden buluştuk. Ne kahvaltıda ne de öğle yemeğinde hiçbir şey yememiş. Sadece soda içmiş. “Keşke kahvaltıda benim bildiğim bir yer var, oraya gitseydik. Sucuklu yumurta yerdik” diyecektim, vazgeçtim. “Sakın Türkleri AB’ye sokmayın” diye bir yazı yazmış. Çok şaşırdım, “bana senin Türkiye’nin AB’ye girmesini istediğini söylemişlerdi” dedim. “Öyleydi” dedi, “ama o zaman daha Türkiye’ye gelmemiştim” dedi. “Türkiye’yi sevmedin mi” diye sordum.
“Bayıldım” dedi, “harika bir ülke” dedi, “ama AB’ye girerseniz, hem siz bozulursunuz hem de biz bozuluruz” dedi. Çünkü biz zaten dominant kültürmüşüz. AB’ye girersek, on sene sonra Fransızlar, Almanlar “sürünüyorum” diye göbek atmaya, yeni nesil “kadınım bıçakla beni, seni çok seviyorum” diye ilân-ı aşk etmeye başlarmış.
“Şu Ren’in suyu akar delidir oy, oy, oy” gibi, “yaslan dağın yamacına Hans Peter’im” gibi, “Münih’in etrafı dumanlı dağlar” gibi filân işte…
Ayrıca bütün Avrupa obez olurmuş. Kimse de sabah işe zamanında yetişemezmiş. “Biz nasıl bozuluruz” diye sordum, “size” dedi, AB’de bunların yarısını yaptırmazlar” dedi.
Aman neyse boşverin, biz takılalım… O da artık takılıyor zaten. Türkiye'de..
(H.Arabacioglu)

BABAMIN ANISINA

Ben hep birini ölümsüzleştirmenin yolunun, kelimeleri kağıda dökmekten geçtiğine inandım. Bu sebeple yazdıklarıma her zaman dikkat ettim. Çünkü bilirim ki; yazılan her şey gerçeklik kazanır ve gerçekler hiçbir zaman ölmez. Ama sen ölümsüzlüğe hiçbir zaman inanmadın. Faniliğin ile mutlu ve huzurluydun. Zamanın gelince bu dünyadan gideceğini bilirdin ve bu bilinç, seni hiç mi hiç rahatsız etmezdi. Kaçınılmaz saat gelene kadar elinden gelenin en iyisini yapmaya, ardında iyilikler ve güzellikler bırakmaya çalıştın. Hayatın 4 sıfatın etrafında şekillendi. Evlat, eş, hekim ve baba… Evlatlığını anne ve babanın, eşliğini annemin, hekimliğinin taktirini ise 24 sene boyunca şifa dağıttığın insanlara bırakıyorum. Ben şimdi hayatımda ilk defa sana bendeki seni anlatacağım. Ve sen, bu yazı bittiğinde benim için ölümsüzleşeceksin.
Sen farklı bir insandın. Duygularını benim ve annemin yaptığı gibi allayıp pullayıp dile getiremezdin. Öyle sarılmayı da çok sevmezdin. Çocukluğumda çok bozulurdum bu işe. Ama yıllar geçtikçe anladım ki; önemli olan sözler değil, davranışlarmış. Sen her kararınla, hep birkaç adım arkamda duruşunla, ne zaman dengemi kaybetsem hemen sırtımdan yakalayıp yere düşmemi engelleyişinle babalığını dibini kadar yaptın. Bana önemli olanın davranışlar olduğunu öğrettin.
Sonra bugün seninle olan anılarımı düşündüm. Öyle afili çok anımız yokmuş onu fark ettim. Hayatın içinde geçirdiğimiz sıradan denebilecek anlar paylaşmışız seninle hep. Ama o anlar aslında hiç de sıradan değilmiş. Mesela aklıma gelen ilk anımız şu: Boyum yeterince uzayınca ve araba merakım tavan yaptığı zamanlarda her yaz tatile gittiğimiz Dikili’de araba kullanmayı öğrettirdin bana. Ben de nedendir bilmem arsada ne kadar taş varsa üstünden geçerdim. Sen de sinir olurdun tabii. Ama bir kere bile sesini yükseltmedin bana. Çünkü arabana ne kadar düşkün olsan da ben arabandan daha değerliydim.
Biliyorsun; lise ikinci sınıfa kadar tembel bir öğrenciydim. Lise sonda her şey tam tersine dönmüştü. Üniversite eğitimime kadar aldığım ilk ve tek takdir belgesini lise sonda almıştım. O gün okuldan çıkınca hemen senin yanına, hastaneye koştum. Neden bilmem başarımı ilk paylaşmak istediğim insan sen olmuştun.
Edebi yeteneğime hayrandın. Belki de sende olmadığı için, belki de yazdıklarımı gerçekten beğendiğin için. Yüksek lisans tezimi makaleye dönüştürürken gururun gözlerinden okunabiliyordu. Akademik kariyerime en büyük desteği belki de sen verdin. Belki uzmanlığını aldıktan sonra akademisyen olmadığın için pişmanlık duyduğundan, belki de bendeki öğretme aşkını fark ettiğinden… Mahrem bir adamdın. Kendini, geçmişini çok fazla anlatmazdın. Mesela ben neden eczacılıktan tıpa geçtiğini daha bu yaz öğrendim. Ve yine hattatlık yeteneğin olduğunu yine bugün babaannemi ziyarete gittiğimde öğrendim.
Ne zaman dışarıda işim olsa ve biraz da fazladan zamanım, seni arardım ve şakayla karışık “Doktor bey bir kahve ısmarlar mısınız bana?” derdim. Hastanenin oradaki Zeynep Cafe’de oturur, hem kahve içer hem de sohbet ederdik.
2015 Mayıs’ında dedemin mezarına toprak atılırken el ele tutuşmuştuk. Sen ise küçük kızının büyüdüğünü belki de ilk kez o gün fark etmiştin. Sanırım aramızdaki bağın kopmamak üzere güçlendiği gün, o gündü. Sen babanı, ben dedemi kaybetmiştim. Birbirimizle güçlerimizi paylaşmıştık o gün. Ve dedeme bir söz vermiştik. “Merak etme bizi. Biz birbirimize bakarız” demiştik o gün aslında dedeme, el ele tutuşarak. Bugün mezarın başında dikilirken ve seni babanın yanına defnederken elimi tutan kimse yoktu. Yine de kendimi güçsüz hissetmedim. Hatta çok güçlü hissettim. Nedenini hala çözebilmiş değilim. Sonra mezarının başına geldim, yerden bir avuç toprak alıp iki elimle sıktım ve mezarının üzerine döktüm. Ağır geldi. Çok ağır geldi. Ama sonra alternatifi geldi aklıma: “Ya sen benim mezarıma toprak atmak zorunda kalsaydın” Böyle bir acıyı sana hiç mi hiç dilemezdim. O yüzden sırtımı dikleştirdim hemen. Boynumu bükmedim.
Bugün hastaneye gidip odadaki eşyalarını toplamaya gittiğimde babalar gününde sana hediye diye aldığım tespihi buldum. Nasıl duygulandım anlatamam. Tespihlerin meşhurdu. Ne zaman canın sıkılsa, güç almaya ihtiyaç duysan avucuna alırdın onları, bilirim. Eğer gökyüzünden elimde sana aldığım tespihi görürsen bil ki; “seni özledim ama güçlüyüm” demek istiyorum sana. Benden senin için satın almamı istediğin ama benim bir türlü fırsat bulup alamadığım Evrim isimli kitabın künyesinin yazılı olduğu kağıdı da buldum cüzdanında. Senin adına satın alıp okuyacağım, söz!
Hastaneden çıkmadan önce sevenlerinden bir hanımefendi bana sarılıp “Babana çok benziyorsun, sakın değişme olur mu” dedi. O zaman cam kapıdaki yansımamla yüz yüze geldim. Ben gerçekten sana çok benziyordum. Boyum, bakışlarım, oturuşum, kalkışım, yürüyüşüm, yaptığım her işi hakkıyla yapışım, değer yargılarım, düşüncelerim, sevdiklerime sahip çıkışım… Ben sana o kadar çok benzemişim ki yıllar içerisinde, fark etmeden sen oluvermişim. Senin varlığın benim varlığım olmuş. Senin ayak izlerin benim izlerim haline dönüşmüş.
Sana hep “Sen çalışırken öleceksin” derdim şakayla karışık. Çalışmayı, hastanede olmayı, insanlara şifa dağıtmayı çok severdin. Bak gene haklı çıktım. Çıkmaz olaydım ama çıktım işte. Ben bu lafı söylerken yaşlılıktan veya yorgunluktan ölmeni kast etmiştim hep. Kısmet böyleymiş. Sen hep “İnsan alnına ne yazılmışsa onu yaşar” derdin. Senin alnına da böyle bir ölüm yazılmış. Başımla beraber deyip canı gönülden kabul ettiğine adım kadar eminim. Son olarak hayatta kalmak için yeterince çaba harcamadığını düşünüp sakın suçlama kendini. Elinden geldiği kadar savaştığına eminim. Sırf beni sensiz bırakmamak için bile olsa elinden geleni yaptığını biliyorum. Ama işte, bazı savaşlar kazanılmaz. Tekrar görüşene kadar dedemle sana huzur diliyorum.
Kızın
Beril Zeynep Hacıosman

Eskiden, Kar Yağardı.



Henüz ayrılmamıştık, henüz bölünmemiştik
Aynı mahalledeydik, zengini, fakiri, esnafı,
yoksulu, bir arada birliktik,
omuz omuza sımsıcak yaşardık ve kar yağardı bembeyaz,
lapa lapa henüz bölünmemiştik, henüz ayrılmamıştık.
Henüz icat olmamıştı, kooperatifler, siteler,
dubleksler,tripleksler,olmaz olası kartonpiyerler.
Gariban sıkışınca kime gidebileceğini bilir
Zengin kimi gözeteceğini bilir,
esnafla memur gül gibi geçinip giderdi
ve kar yağardı bembeyaz lapa lapa
Henüz ayrılmamıştık henüz bölünmemiştik…
Fakir zengini hırsızlıkla
zengin, fakiri tembellikle suçlamazdı
çünkü kar yağardı lapa lapa
Çünkü kar yağardı bembeyaz
çünkü karin temizliği yüreklerimize vurmuştu.
Kar rahmetti çünkü kar bereketti.
Adam boyu adamlarda adamdı o zamanlar
Ne Cumhuriyet Caddesinde
onun bunun namusuna kötü gözle bakar
ne de laf atardılar
çünkü senin namusun benim benim namusum senindi
bir idik biz idik
ve kar yağardı
adam boyu ve adamlar adamdılar o zamanlar
kar sendin, kar bendim, kar bizdik
eridik, eridik, eridik, eridik.

-Murat Balkuş-

5 Ekim 2018 Cuma

Besicilik Yapanlar

Besicilik yapanlar veya köyle ilgisi olanlar bilir. Koyundu, keçiydi, sığırdı, etinden sütünden faydalanılan hayvanların erkeği pek makbul değildir.
Keçinin erkeği olan "teke" hepsinden farklıdır. on iki yıl ortalama ömrü olan bu davar türünün erkeği cinsel açıdan çok aktiftir.
Nedendir bilinmez yaş yarıyı geçtikten, hele dokuzu onu bulduktan sonra sürüdeki yavrulara musallat olur. Yetişkinlere ilgi duymaz, kuzu dediğimiz yaştakilerle hissi ilişki kurmak ister.
Çoban milletinin kelime haznesi "üç yüz" sayısı ile sınırlı olmasa bu teke davranışına mutlaka "erkek teke sendromu" gibi fiyakalı bir isim takarlardı.
Tabii bir de "pişikoljci" eğitimi alsalardı.
Gök kubbe yarılsa bildiklerini okurlar.
İnsan türünün erkeğinde de bu haller vardır.
Temsil, otuz sene sakin sakin geçen bir evlilikten sonra bakarsınız ki adam; yaşına başına, hatta sosyal statüsüne uygun olmayan birine kaçmış.
Gözü bir şey görmez, laf dinlemez, nasihat heyetlerini kabul etmez, yukarıda gök kubbe yarılsa o bildiğini okur. Evi, barkı terk eder, kaçtığı kadına teslim olur.
İşi bilenler böyle bir duruma hemen "erkek teke sendromu yaşıyor." teşhisini koyarlar. Erkekte andropoz döneminin birinci ayağı budur.
Türkiye’nin gündemine arka arkaya birkaç "erkek teke sendromu" vak’ası düştü. Ne kadar kadın köşe yazarı varsa kafası karıştı.
Kimi bu erkekleri lanetledi, kimi hemcinslerine "akıllı olun, fevri davranmayın, geçici bir durumdur" fikirleri verdi. Kimi de suçu kadınlarda bulan yazılar yazdı.
İlk şiddetli krizden sonra pişman olurlar, bunların okuyana yan etkisi yok.
Çare çözüm göstermektir. ne yazık ki çaresi de yok.
Bu sendromu yaşayan erkeklerin büyük bir bölümü, ilk şiddetli krizden sonra kendine gelir, pişmanlık duyar.
Araya giren "nasihat heyetlerinin" lafını dinleyip evine geri döner.
O andan itibaren de azgın tekeliği gitmiş, kasabın bıçağını yalayan gamsız bir öküze dönmüştür.
Artık ondan, evin kadınına da hayır gelmez.
Sağlıklı hayat meraklısı olurlar
Adam zenginse ailesi onu bir hayır kurumunun başına geçirir. Temsil, en yakın mekteplerden birine "okul aile birliği başkanı" yaparlar.
Adam orta halliyse yeniden sosyalleşmesi zor olduğundan onu hacca göndermekten başka çare kalmaz.
Hacca gider, evdeki karı niyetine şeytan taşlar, böyle deşarj olur.
Eve hiç dönmeyenlerin durumuna gelince. bunlar "erkek teke sendromunu" en ağır yaşayanlardır.
Dönüşü olmayan bir yola girdiklerini bilir, hayatlarının bundan sonraki bölümünü ona göre düzenlemeye çalışırlar.
Önce kendilerine olan düşkünlükleri artar, sağlıklı hayat meraklısı olurlar. sıkı diyet uygularlar. Genç işi giyim kuşama dadanır, spor giyinmeye çalışırlar; "bütün dertleri; uğruna evi terk ettikleri genç kadınla aralarındaki yaş farkını ört bas etmeye çalışmaktır."
Nüfusa gidip yaşlarını küçültmek mümkün olmadığından kendilerini estetikçilere teslim ederler. Geçkin erkeğin sarkık derisinden bu sektör sebeplenir.
Seyrettiği kanaldan anlayabilirsiniz.
"Erkek teke sendromu"nun erkekteki ilk belirtisi televizyon başında ortaya çıkar.
Tek başına televizyon izleyen bir erkek lig tv’yi, haber kanallarını, aksiyon filmlerini seyretmiyor da elma gibi, sinek gibi gençlerin kanallarına takılıyorsa fikri bozulmuş demektir.
Özellikle MTV veya Number One kanalında klip izliyorsa bilin ki çoktan kararını vermiştir.
Hele hele Fashion TV’nin başından kalkmıyorsa gözü iyice kararmıştır ki karısının o erkekle her türlü ağız dalaşından uzak durması icap eder. Özellikle de "senin için saçımı süpürge ettim" cümlesini fikir tartışmalarında kullanması sakıncalıdır.
Çünkü bu durumda erkeğin gözü kadının saçına takılır. O saçların süpürgeye benzetilmesi için kuaföre ödenen yedi yüz, sekiz yüz liranın kendi cebinden çıktığını hatırlar, iyi olmaz.
İkinci kategoriye girenlerin tedavisi yoktur. Hapı da keşfedilmediğinden ağızdan ilaç alınması suretiyle sakinleştirilmeleri imkánsızdır.
Eskiler bu durumu "azgınlaşma" ve "teneşir" ilişkisiyle açıklamışlar. Ben keyfinizi kaçırmamak için adını doğrudan telaffuz etmiyorum.
Ağızdan ilaç almakla tedavisi mümkün olmayan bu "teke sendromuna girmiş" erkeklerin gönül maceralarına son nokta teneşirde konulur.
Bunun için de bir parça pamuk yeterlidir...(Alıntıdır.)

İngiltere'nin Saygın Kolejlerinden

İngiltere'nin saygın kolejlerinden birinde biyoloji öğretmeni öğrencilerden Miss Perkins'e sormuş:
"Söyle bakalım; Miss Perkins... İnsan vücudunda uyarıldığında normal büyüklüğünün 6 katına ulaşan organ hangisidir?"
Genç kız fena halde utanmış, yüzü kızarmış ve o kızgınlıkla öğretmenine tehdit savurmuş:
"Bana böyle bir soru sorduğunuzdan ailemin haberi olacak öğretmenim!.."
Öğretmen başka bir öğrenciye dönmüş,
"Sen söyle Miss Sarah.." demiş, "Uyarıldığında normal büyüklüğünün 6 katına ulaşan organ hangisidir?"
Miss Sarah cevap vermiş: "Gözbebeğidir öğretmenim.. Loş ışıkta gözbebeği 6 kat büyür.."
Öğretmen, "Aferin" dedikten sonra Miss Perkins'e dönmüş,
"Sana üç şey söyleyeceğim.." demiş:
"Birincisi... Dersine hiç çalışmamışsın, bundan ailenin haberi olacak..
İkincisi... Aklın fikrin sürekli kötü şeylerde...
Ve üçüncüsü... Bu düşüncenle, ileride çok büyük hayal kırıklığına uğrayacaksın."

Elazığ Tımarhanesindeki bir ''deli'



1965 yılında vefat eden Elazığ Tımarhanesindeki bir ''deli'' nin (ortadaki) Allah'a yazdığı mektubu...

“Ben dünya Kürresi, Türkiye karyesi ve Urfa Köyünden, (El-Aziz --Elazığ ) Tımarhanesi (Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi) sakinlerinden; İsmi önemsiz, cismi değersiz, çaresiz ve kimsesiz bir abdi acizin, ahir deminde misafiri Azrail’i beklerken, Başhekimlik üzerinden Hâkimler Hakiminin dergahı Uluhiyetine son arzuhalimdir:

Ben gam (dertlilik) deryasında, fakirlik vatanında, horluk ve rezillik kaftanında PADİŞAH yapılmışım.

Meyvalardan dağdağana, çalgılardan ney-kemana kapılmışım… Benim yatağım akasya dikeninden, yorganım kirpi derisinden farksızdır. Kalbim Ayizman’ın (Hitlerin işkenceci Nazi Komutanı) fırını, ve sahranın çöl fırtınasıdır.

Ruhum aşık-ı Hüda Mahbub peresttir, lakin aklım kaderin cilvesi ve talihin sillesiyle gurestir (gelgittir)

Bana gelen derdü gamın kilosu beleştir. Nerde bir güzel varsa bana karşı keleştir (yüz vermez, cesaretlidir), bütün yiğitlerde bana hep ters ve terestir.

Aylar geçti, tek temizliğim, gözyaşıyla ve kara toprakla aldığım teyemmüm abdesttir. Yani, içtiğimiz kezzap suyu, mezemiz ise ateştir.

Ol Resuli zişan ve Sultanı dücihan: “Cenabı Allah’ın insanları dünya, dünyayı ise insanlar için yarattığını; Ruhları vücut için, vücutları ise ruhlar için yarattığını; Erkekleri kadınlar; kadınları erkekler için yarattığını; Cenneti mü’min kullar, mü’min kulları da cennet için yarattığını; cehennemi inkârcılar ve münafıklar, inkârcıları ve münafıkları da cehennem için yarattığını” hadisleriyle haber vermiştir.

Peki acaba benim gibi meczup divaneleri ne maksatla halk etmiştir? Bilen babayiğit, meydana çıkıp söylesin…

Allah sana iman verdi sen tuğyan edersin; O in’am etti sen küfran (nankörlük) edersin; O ikram etti sen inkar edersin; O ihsan etti sen isyan edersin; bir de kalkıp bana deli divane diye bühtan edersin!..

Bu söylediklerimin hepsi ruhumun içinde cenk etmektedir. Eğer dilekçemin cevabı gelirse bu manevralar sona erecektir.

Şimdi adresimi arz ediyorum: Kur’an’ı geldiği yere, yine Kur’an’ı getiren geri taşısın. Madem ki ahkamı ve ahlakı kalmadı, Kur’an’ın kağıdı ve yazısı neye yarasın?! Taki Hz. Muhammed Mehdi (A.S) gelince yeniden okunup yaşansın.!

Ey zerrelerden kürrelere, yerlerden göklere bütün alemlerin Rabbi!..

Ey cemadi, nebati, hayvani, insani, ruhani ve nurani her şeyin ve herkesin yegane sahibi!…

Ey iman ve şuur ehli kalplerin en yüce habibi!..

Ey dertli bedenlerin kederli gönüllerin, ve yaralı yüreklerin tabibi!.

Ben biçare kulun ki; garipler garibi, hüzünlerin esiri, zulümlerin muzdaribi, öksüz, yetim ve sahipsiz bir tımarhane delisi…

Ama kutsi muhabbet ve hasretinin divanesi!…

Herkesi ve her şeyimi elimden aldın, ama sana sığındım, aşkına sarıldım, yegane Sen kaldın!. Yurdumdan yuvamdan, evimden barkımdan ayırdın, gurbete ve hasrete saldın, ama onları ararken Sana ulaştım, sevdana daldım! Böylece fani ve hayali görüntülerden kurtarıp hakiki tecelline mazhar kıldın.

Yüceler yücesi Rabbim, Efendim!

Hakk'tan saparak ve haddimi aşarak, haşa senden, Burak bineği, Cebrail seyisi, Sidretül Münteha menzili, cümle mahlûkatın en şereflisi, Rahmanın en mükemmel tecelli ve temsilcisi… Kainatın fahri ebedisi, Ahir zaman Nebisi ve Mehdisi, Levhi Mahfuzun (Kader projesinin) tercümanı ve tebliğcisi, Efendiler efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in Mahbubiyetini mi istedim?..

Hanif Dinin üstadı ve nice Nebilerin atası Hz. İbrahim’in haliliyetini, Hz. Süleyman’ın saltanat ve servetini Hz. Musa’nın Celadet ve cesaretini, Hz. İsa’nın ruhaniyetini mi istedim?..

Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın yüksek fazilet ve kurbiyyetini, Hz. Ömerül Faruk’un dirayet ve teslimiyetini, Hz. Osman’ı zinnureynin asalet ve sehavetini, Hz. Aliyyül Murtaza’nın ilim ve velayetini mi istedim?

Senden mülkü hâkimiyet, şanü şöhret, malü servet mi talep ettim? Senden vücuduma sıhhat ve afiyet, aklıma ziya ve selamet, hayatıma huzur ve istikamet dilendimse, bunlar için de bin kere tevbe ettim!

Çünkü Şeriatın iptal, tarikatın ihmal, hakikatın ihlal ve mü’minlerin iğfal edildiği bir zillet ve rezalet döneminde, bana akıl ve mükellefiyet verseydin, bu sadece benim mesuliyet ve mahzuniyetimi ziyadeleştirecekti!

Sultanım Efendim:

Ben Senden sadece seni istedim; pahası elbet böyle yüksektir ve tüm sevdiklerimi ve sahiplendiklerimi uğruna feda etmektir.

Rabbim, elbet vardır hikmeti ki, bu kuluna böyle zillet ve zahmet çektirirsin. Ben haşa itiraz değil, naz ederim ama, umarım Sen niyaz kabul edersin.

Aile efradımı, aklı izanımı alıp beni hicrana saldın. Ama yine de şükür; ya akıllı kalıp ama hain ve hilekâr olaydım…

Ya varlıklı kalıp ama zalim ve sahtekâr olaydım…

Ya âlim ve saygın kalıp ama gafil ve riyakâr olaydım…

Ya arkalı etraflı kalıp ama azgın ve zulümkar olaydım…

Ya sağlıklı sefalı kalıp ama, sapıtmış, ahlaksız ve vicdansız olaydım!..

Derdü bela ki, sabredenlerin vesile-i miracıdır. Müminler kalbimin tacı, mücrimler rahmetin muhtacı, münkirler hikmetin icabı, Sadık ve aşık ehli cehd adaletin ilacıdır. Velakin bu münafık hain ve zalimler ise çıban başıdır, akrep gibi sancıdır; şerefli insana, helali dışında bütün kadınlar kızlar ana-bacıdır.

Ey Rabbim, Efendim!

Malum-u aliniz ve zaten yüce takdirinizdir ki; ne özenli-bezekli elbiselerle gezdiğim bayramlarım oldu… Ne onurlu ve huzurlu seyahatlerim ve seyranlarım oldu… Ne etrafımda hizmet ve rağbet gösteren dostlarım ve hayranlarım oldu!..

Lezzet ne imiş, izzet ne imiş ve fazilet ne imiş tatmadım; ama şikâyet şekavettir; bütün bu fani ve fena nimetlerin asıl sahibi olan Padişahlar Padişahını buldum…

Beni yoktan var ettin, iman ve hidayet buyurup varlığından haberdar ettin, ama aklımı alıp kulunu bi-karar ettin, sana sonsuz şükürler olsun!..

Şimdi son dileğim beni yanına al ve bir daha huzurundan ve sonsuz nurundan ayırma, ne olursun!

Umarım bu dilekçeyi yazdım diye bana darılmazsın; çünkü zaten Zatından gayrıya yalvarıp yakarmanın ŞİRK olduğunu buyurdun!

Selam ve dua ile

ŞAİRLER, DÜŞÜNÜRLER VE MUSTAFA KEMAL

Mustafa Kemal Harp Akademilerinde okurken pansiyoncusu olan madam yardımıyla Paris’ten Figaro gazertesini getirtiği gibi ittihatçıların Paris’te çıkardığı gazete ve dergileri de getirtebiliyordu. Burada okuduklarını da her fırsatta arkadaşları ile paylaşarak İmparatorluğun nereye gittiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışıyordu. Her cuma akşamı izin dönüşü sınıfta toplanıldığında, bu yayınlardan öğrendiklerini konfrans gibi arkadaşlarına anlatıyordu.
Bir gün çok heyecanlanmıştı;
“600 yıl evvel Anadoludan doğan Osmanlı 350 yıl içinde Viyana kapılarına kadar ilerledi. İmparatorluğu yükselten manevi faktörler zayıflamaya başladığı için yavaş yavaş Viyana, Peşte, Belgrat’ı bırakarak bugünkü Rumeli topraklarına sığındık. Şimdi Ruslar, Avusturyalılar burayı da koparmak istiyor. Tarihte inkilaplar ön fikir olarak doğar ve zamanla halkın malı olur. Bakın dünkü vilayetlerimize;
Bulgaristan’da bir İvan Vazor vardı, bu milli şair Bulgar milletini durmadan şiirleri ile kurtuluşa, meskenetten (miskinlik, yoksulluk) silkinmeye çağırdı. Milletine, tarihine aşık olan bu insan kısa zamanda kitlenin malı olmuş, şiirleri halk dilinde ezberlenmişti. 500 yıldır dünyadan habersiz, Türklerin çobanı olarak bilinen Bulgarlar bugünkü duruma onun yolu ile ulaştı. Yarın kimbilir bizden daha neler isteyecek, Filibe, Burgaz belki de Akdeniz’e inmek isteyecek.
Sırpların iki gözü görmeyen bir Filip Vişniç adlı şairleri vardır. Bu milli şair de milletine milli duyguları, istiklal fikrini yorulmaz bir gayretle aşılamıltı. Şiirlerinde Kosova savaşlarından, Miloş Kabiloviç’lerden,Sultan Murad’lardan söz ederek halkın ruhuna, fikrine girmesini bildi. Bir şiirinde Sultan Murad’ın “Hıristiyanlara zulmetmeyiniz, zulüm ve eziyet egemenlikleri parçalatır” sözünü bile söylemekten çekinmeyecek kadar hakbilirlik gösteren bu Sırp şairi milletinin kalbinde egemenlik, özgürlük ışığı yakmaktaydı.
Yunanlıların Kostantin Rigas adındaki milli şairleri de Girit’te, Mora’da, adalarda milletini kurtuluş savaşına ve istiklal fikrine çağıran şiirlerini söyleye söyleye Yunan istiklalinin tahakkukunu sağladı.
Macarların Potofi adındaki milli şairleri de bu yoldan yürüdü, milletine durmadan istiklal fikrini aşılama çabasında gördüğü zorluklara rağmen bu yoldan bir an uzak kalmadı.
Rus istibdadı altında inleyen Lehlileri 1885’te milli şairleri Miçiyaviç durmadan özgürlüğe çağırıyor, şiirlerinde; “Ey Leh anası! Sen, kollarının üstünde yalnız çocuk büyütmek içöin dünyaya gelmedin. Senin kollarına talihsiz Lehistan’ın istiklal ve iştikbal rüyası da dayanmaktadır.” diyerek fetyad ediyordu.
İşte başka milletlerin şairleri, düşünürleri böyle çalışıyor, memleketlerini böyle uyandırıyor, milletlerini böyle yetiştiriyorlardı. Nerede bizim aydın ve milli şairlerimiz? Bir Namık Kemalimiz var. O, Türk milletinin yüzyıllarda beri beklediği sesi verdi. Fakat ne şiirlerini okuyabiliyor, ne söylediğini duyurabiliyor, ne de “Vatan yahut Silistre” adlı piyesini temsil edebiliyoruz. Roma Tarihi ve Osmanlı Tarihi diye yazdığı eserleri bile toplatılarak okunmaktan menedildi.. Tarihini bilmeyen millet olu mu? Arkadaşlar bize büyük vazifeler düşüyor. Yarın vazife aldığımız her yerde milletimizi yetiştirmek için aynı zamanda birer öğretmen olduğumuzu unutmayalım. Aydın gençlerle, memurlarla arkadaşlık kurarak onları bu yolda yürütmemiz lazımdır…..”
Konuşması bu sözlerle bitmişti ki, kapıda nöbet bekleyen arkadaş sınıf subayının geldiğini bildirmesi üzerine söz yarıda kesilmişti.
Atatürk Ansiklopedisi Cilt-1, Sayfa 86-87

Temel

Temel, aralıksız dır dır yapan eşi ile Kudüs'ü ziyaret etmekte iken aniden eşi ölür.
Cenaze işleri ile uğraşan bir firmaya baş vurur. Yetkili, eğer cenazeyi ülkesine götürmek isterse $5000, Kudüs'te defnedilmesi için ise $50 yeterli olacağını söyler. Temel "ülkeme cötürmek isteyrum." der.
Cenaze levazımatçısı "ama bayım, arada bu kadar fiyat farkı varken neden burada defnetmiyorsunuz? üstelik burası kutsal topraklar." diyerek şaşkınlığını ifade eder.
Temel'in yanıtı nettir: "ikibin sene önce, burada adı İsa olan bir zat defnedildi, üç gün sonra ise dirildi!"

KUL AHMET ( AHMET KARTALKANAT )

01.01.1932 tarihinde Maraş’ın Pazarcık ilcesine bağlı Bozlar Köyünde doğdu. Baba adı; Mehmet Ana adı; Satey, İlk Okul mezunu. Evli (üç kez). Üç çocuk babası. Babası çok erken ölünce,annesi yeniden evlendi. 15 yaşında deyişler söylemeye başladı. Halil Ağanın kızı Ayşe’ye aşık oldu.Babası vermeyince, kızı kaçırdı. Tutuklandı. Maraş ceza evinde bir yıl yattı. Gurbete çıktı. Muşta Zeynep adında bir Yörük kızına aşık oldu. Nişanlandı. Babası daha sonra vermekten vazgeçince. Zeynep hanım intihar etti. Bağdat’a gitti. Yeniden Türkiye ye döndü. Askerliğini yaptı. Evlendi. Bir kızı oldu. Eşi Yıldız hanımı ve kızını trafik kazasında yitirdi.1960 yılında Ankara’ya beldi.Tuzlu çayırda oturdu. Daha sonra Anafartalar’a taşındı. Saman pazarı’nda bulunan Aşıklar Kahvesinde Samsun Talebe Yurdunda saz çaldı. 01.07.1960 – 11.05.1967 tarihleri arasında Ankara Radyosunda programlar yaptı (5yıl 2 ay). 01.07.1960 tarihinde Ankara Tıp Fakültesi’nde laborant olarak çalıştı. Çankaya İltekin İlk Okulu 23.06.1961 – 31.08.1961, Karayolları Genel Müdürlüğü 30.09.1961 – 11.10.1962,Türkiye Çimento Sanayi 11.10.1962 – 09.09.1963 işçi olarak çalıştı. 15.06.1963 tarihinde annesi Satey Hanım yaşamını yitirdi. Annesinin vasiyeti üzerine yeniden evlendi. Bu evliliğinden iki oğlu oldu.Kara Yolları Genel Müdürlüğünde 10.01.1964 – 18.04.1965 tarihleri arasın da işçi olarak çalıştı.1964 senesinde ‘’ Bir Şah Olsam’’ isimli şiirini yazdı. 11.05.1967 tarihinde TRT Koruma Amirliğinden istifa etti.1967 yılında Elbistan da verilen bir konserde olaylar çıktı tutuklandı Aklandı. Aşık Veysel İle tanıştı.1969 yılında çıkılan Anadolu turnesinde karşılıklı söyleştiler.’’ Bir Şah Olsam ‘’ isimli şiiri 4-6 Mart 1970 tarihinde Ehlibeyt Gazetesinde yayınlandı.Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tutuklandı (1970).Selimiye Kışlasında 1 yıl 3 ay hapis yattı. Eşi Fatma Hanım 14.06.1971 tarihinde yaşamını yitirdi.Tekrar memleketi olan Pazarcığa gitti. Aşık Veysel, Mahsuni ŞERİF, Feyzullah ÇINAR la birlikte turnelere çıktı.Eşyalarını Dursun DOGANAY ‘a bıraktı. Geriye dönüşünde eşyalarını satılmış görünce; ÇALDI HIRSIZLAR isimli şiirini yazdı karakolda sazıyla çalıp söyleyince basının ilgisini çekti. 1975 tarihinde Tarsus ta verilen bir konserde ;’’ Leş Kargalarını Seferber Gördüm ‘’ isimli şiiri yüzünden Adana Devlek Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklandı.Elazığ Cezaevinde yattı.1976 yılında aklandı.1978 – 1979 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı,Dışişleri Bakanlığı gibi Bakanlıklar için yurt dışında Kültür Elçisi olarak görev yaptı.1981 Askeri Darbesinde 1975 yılında Tarsus’ta verilen konserde okuduğu ‘’Leş Kargalarını Seferber Gördüm ‘’isimli şiiri yüzünden yeniden tutuklandı.Ankara /Mamak Cezaevinde yattı. 02.09.1982 tarihinde Ulviye Hanımla evlendi 25.03.1991 tarihinde boşandı. Aşık Kul Ahmet’in ‘’Bir Şah Olsam’’ isimli şiiri yaşamında önekli bir yer tutar. Şiirinden; Şinasi KOÇ (1986),Ali KIZILTUĞ (1991),Halil ÖZTOPRAK(1994) ile bu şiiri okuyan Ses Plak Şirketi, Öz Bulut Plak Şirketi, sanatçı Beste GÜNAYDIN bu şiirin kime ait olduğunu araştıran Lütfü KULELİ ve Aşık Adil Ali ALTAY hakkında davalar açtı ve davaları kazandı. Aşık Kul Ahmet bir Mustafa Kemal hayranıdır.Bir eğitimcidir. Yetiştirdiği çırakları önemli aşıklar olmuşlardır.Şiirlerini Aşık Kalıpları ile yazar. 8.11 ve 15 li hece ölçülerini kullanır. Bir çok konseri ve ödülleri vardır.İstanbul da Anneler Gününde ;ACIRIM ANALARA isimli şiiri ile birincilik ödülü aldı. 1964 yılında yazdığı DEDİKİ YOH YOH isimli şiiri 1965 yılında Esin AVŞAR tarafından seslendirildi. Eser; İngiltere, İtalya, Fransa, Rusya da birincilikler aldı. Şairin iki plağı, İSMİNİ SEVDİĞİM isimli bir CD’si, kasetleri ve kitapları vardır. Oğlu Ahmet KARTALKANAT kendisi ile ilgili bir kitap hazırlamaktadır. Aşık Ahmet KARTALKANAT 15.07.1997 tarihinde yaşama gözlerini yumdu. Mezarı Ankara’dadır. DEDİKİ YOH YOH Dedim kaşın Zülfikar mı dedi ki yay Dedim cemalin ne güzel dedi ki ay Dedim seni seviyorum dedi ki vay Dedim elde gönlün var mı dedi ki yoh yoh Dedim senin işin nedir dedi seyran Dedim sende sevdamı var dedi püryan Dedim senin neyin vardır dedi üryan Dedim senin malın var mı dedi yoh yoh Dedim şiirin huyun mudur dedi ki he Dedim melek soyun mudur dedi ki he Dedim gurbet köyün müdür dedi ki he Dedim başka ilin var mı dedi ki yoh yoh Dedim senin koynun nedir dedi cennet Dedim iki gülün varmış dedi abu hayat Dedim senin yarin kimdir dedi Kul Ahmet Dedim başka yarin var mı dedi ki yoh yoh ESERLERİ; 1- Güzel Anadolu’m Forma Kitap/Ankara ( tarihsiz) 2- Kul Ahmet’le Şah Zeynep Forma kitap/ Ankara (tarihsiz) 3- Gelin Dostlar Barışalım Ekim 1967 / Ankara 4- Dayan Ha Dayan Forma Kitap Ekim 1967 / İzmir 5- Gelin Dostlar Bir Olalım 1975/ Ankara 6- Dünyanın Sesi Kasım 1978 / Ankara 7- Atatürk’ün İzindeyiz1982 /Ankara 4 Baskı 8- Gelin Atatürk’ün Yoluna Dostlar Hayrettin İVGİN 1983 /Ankara 2 Baskı 9- Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana Hayrettin İVGİN 1993/Ankara HAKKINDA; 10 – Aşık Kul Ahmet in Hayatı ve Deyişleri 11 – En Son Çıkan Radyo Plak Şarkıları - Türküleri Ali Gürbüz 12 – Ekin Sanat Aylık Edebiyat ve Düşün Dergisi Temmuz 2010 Sayı; 53 Ayhan Hüseyin ÜLGENAY Not;12.09.2009 tarihinde oğlu Ahmet KARTALKANAT ile yaptığım telefon konuşmasından sonra hazırladığım biyografi netlik kazandı. Yayınladığım resim kendi koleksiyonumdadır.Kitap kapakları T.C.Devlet Arşivleri Dokümantasyon Şubesi Ayhan Hüseyin ÜLGENAY Koleksiyonu ve Milli Kütüphane koleksiyonun dan alınmıştır.

Mafya Babası

Mafya babası haraçlarını toplaması için yeni bir tetikçi buldu. Seçtiği adam sağır ve dilsizdi. Çünkü baba, bu tetikçi yakalanırsa polise fazla bir şey anlatması mümkün olamaz diye düşünüyordu. Baba, bir gün ödemelerin geciktiğini fark etti ve tetikçiyi odasına aldırttı, bir de işaret dilini bilen tercüman buldular. Tercüman işaretle sordu:
"Para nerede?"
Sağır dilsiz işaretle yanıt verdi:
"Ne parası? Benim paradan maradan haberim yok. Neden bahsettiğinizi anlamıyorum."
Tercüman tercüme etti:
"Neden bahsettiğinizi anlamıyormuş."
Baba 38'liği koltuk altından çekip sağır dilsizin beynine dayadı:
"Şimdi sor bakalım, para nerede."
Tercüman işaretle sordu:
"Para nerede?"
Sağır-dilsiz kan ter içinde, işaretle yanıt verdi:
"Şehir merkezindeki parkta, büyük heykelin olduğu kapıdan girince soldan 3. ağacın kovuğunda iki yüz bin dolar var."
"Ne söyledi?" dedi baba.
Tercüman yanıtladı:
"Dedi ki, hala neden bahsettiğinizi anlamıyormuş, ayrıca o tetiği çekmek de biraz göt istermiş."

İki Komşu

İki komşu kadın hafta sonu kocaları olmadan yemeğe çıkmışlar, yemekten sonra bara falan derken sabaha doğru iyice sarhoş eve yürümeye başlamışlar.
Ancak iyice sıkışmışlar ve etrafta tuvalet falan da bulamamışlar.
Mezarlığın yanından geçerken biri "hadi şurada yapalım kimse görmen" demiş, başka çare de yok.
Korka korka mezarlığa girip bir kenarda işlerini bitirmişler. Temizlenmek için bir şey bulamadıklarından biri külotunu çıkarıp kullanmış, diğeri oradaki çelenklerden düşmüş bir bandı alıp kullanmış.
Sabah kocalardan biri uyanıp karısını donsuz olarak sızmış görünce, telefona sarılıp öbür kocayı aramış.
- Yahu biz fena boynuzlandık galiba, karım eve sabaha karşı ve donsuz olarak dönmüş.
- Sen gene iyisin, bizimkinin kıçına "seni asla unutmayacağız" diye bir de kart yapıştırmışlar.

Kıssadan Hisse

Gazinoda iki görevli sıkıntıdan patlamış bir şekilde barbut masasında dikiliyorlarmış...
Derken içeri fıstık gibi bir sarışın girmiş, masaya 10 bin dolar koymuş sonrada;
-''Baylar, umarım sizin için sorun olmaz ama ben çıplakken kendimi daha şanslı hissediyorum" diyerek oracıkta çırılçıplak soyunmuş... Sonra elindeki zarlara kuvvetli bir öpücük kondurmuş ve;
-''Haydi, şekerler, bana yeni kıyafetler lazım'' diye, zarları fırlatmış.
Ve ''Evet! Evet! Kazandım!!!'' diye, sevinç çığlıkları atarak iki adama sarılıp öpmüş, kıyafetlerini toplamış, masadaki bütün paraları almış ve koşa koşa çıkmış...
İki adam birbirlerine bakakalmış...
Biri ''Vaaovvv !!!'' demiş, ''ne kadındı be... Peki, kaç kaç atmıştı?''
Öteki cevap vermiş;
''Bilmeem zarlara bakmadım ki...

Kırkından Sonra Bulduysan



Kırkından sonra bulduysan bir kadını
bil ki, bağını bilmediğin üzümden
şarabın var mahzeninde.
bakmasını da bilir, sevmesini de..
Ama unutma;
İyi şarap, yıllanmış şaraptır.
Ve iyi şarabın dibinde tortu olur.
Kadehe doldururken nazik ol,
Bulandırma geçmişi.

Gözleri ışıl ışıl bakar da,
arada gölgeler geçerse telaşlanma;
yerine kök salmış ağacı
başka yere taşısan da,
kalır birazı o topraklarda..
O kökler, biraz yaralarıdır, biraz evlatları.

Kırkından sonra bir kadın
dediklerine değil,
senin içtenliğine bakar.
Aklı sağlam, kalbi ürkektir.
İncinmiş yanlarını hatırlatırsan,
o aklı; toplar gider kalbini..

Yani anlayacağın,
kırkından sonra bir kadına
kendinden fazla güven,
ama genç bir kızdan fazla titre üstüne..
'İkinci bahar' dediklerinde de inanma!
O Senin İlk Aşk'ındır,
Gerçek bir kadınla.

Murat Ginlik