zeynep aliye
Ön haberci grubun, gökyüzüne üflediği “Ada göründü” işareti BenSis’in keyfini yerine getirmişti. Günlerdir ruhunu sinsice kemiren düşmanı sonunda ininde yakalayıp ortadan kaldırabilecek çünkü. Genişleyen bir yelpaze gibi kuzeye ve güneye, doğuya ve batıya açılırken devasa gövdesi esneyişlerle ileri geri gidip geliyor, bir yandan da “Adım BenSis!” haykırışıyla dalgaları köpük köpük buluta çeviriyordu.
Yoğun su damlacıklarından kar taneciklerine, güneş ışınlarından buz kristallerine bin türlü yoğunlaşmadan oluşan sesini duyanların, deniz kızlarıyla deniz yıldızlarının yaptığı gibi, arkalarına bile bakmadan suyun derinliklerine atladıklarını söylemek gereksiz. Bugüne dek nice kuleyi, köprüyü, otobanı, hatta kentleri, denizleri, fırtınalarını dize getirmişliği hesaba katılırsa haksız da sayılmazlar.
Arkası sıra kimlerin boynunu bükük bıraktığını elbette bilemez BenSis. Gerçi bilse de umursayacak durumda değil. Göller ırmaklar denizler hatta bataklıklar üzerinden topladığı yosun kokan sis kümeciklerini; sefere kendiliğinden katılan radyasyon sisi, cephe sisini, hatta buhar sisini bile ihmal etmişken kimleri ürküttüğünün, korkuttuğunun çetelesini tutacak hali yok. Önemli bir misyon yüklediği bu zorlu yolculuğun yakında sona ereceği, kendisine hayatı dar eden boğuk fısıltılara, kulaklarını tırmalayan seslere nihayet son vereceği dışında bir şey düşünemiyor.
“Toplanın, safları sıklaştırın. Marş söyleyelim …” diye haykırdı bir kez daha. Beyoğlu üzerinden geçerken peşine takılmak için o kadar yalvarmasına karşın gruba dahil etmediği gür soluklu şehir sisini anımsamıştı. Yetişkin, deneyimli, analitik bakmayı öğrenmiş bir sis olsa da arada bir düşüncesizce kararlar alması kaçınılmaz.
Tam o sırada yamaçlardan dalga dalga yayılan boğuk iniltiler, düşünce dünyasına bin koldan dalıverdi. Reçine, kekik, fesleğen, ıtır, dağ nanesi, dağ sümbülü kokusunu aldı. Özellikle de karga, martı, güvercin bağırışlarının neredeyse sıfırlandığı, yarasa ve puhu ses eşiklerinin aşıldığı, sığırcık, saka, kırlangıç ötüşlerinin yoğun olduğu bir bölgeyi işaret ediyordu. Yaprak, çiçek, dal, budak, toprak, tırtıl, hatta tahta kurusu çıtırtılarının vokal oluşturduğu bu ezgili, yanık, içli ses, muhtemelen bulutlara en yakın katmandaydı.
Bir an için, deniz suyunun ince güve delikleri açarak gövdesine doğru yürüdüğü hissi. Tehlikeyi seri bir yükselişle, şiş karnını, denizin köpüklü dudaklarından, uzamış azı dişlerinden çekip almayı neyse ki başardı BenSis. “Kimse heveslenmesin!” homurdanmasını elbette herkes duydu. Nitekim bu öfkeyle biri kıraça, öteki izmarit olmak üzere iki balık sürüsünü, iki balıkçı teknesini ve lodos dalgasını görünmez ederek sürdürdü ilerleyişini. Yanılmamış. Tepeden aşağıya akan yakıcı soluğu şimdi daha iyi hissedebiliyor. Saat Kulesi’ne çıkan yokuşun ötesinde kurulu bir tuzak olabilir mi? Fakat gece boyu civar yamaçlardan aşağı doğru yürüyen soğuk hava akımının yol açtığı yamaç sisini anımsayınca endişeleri azaldı. Bücür mücürdür ama her zaman için sağlam bir yoldaş olduğunu kanıtlamıştır yamaç sisi. BenSis, hedefiyle, karşılaşmasının an meselesi olduğunun farkındaydı.
Gövdesine sığınmış milyarlarca su buharı yumağı, heyecan içinde safları sıklaştırıyordu. Gölgesiz ince beyaz parçacıklar, ışık halkasına benzeyen ipliksi bulutlar, birbirine karışmış dalgacıklardan oluşan saydam bulutlar; herkes daha sıkı, sımsıkı kenetlenmenin peşinde. Hatta kafileye son anda katılan cirrus bulutları bile aydınlık renklerinin ve ipeksi parlaklıklarının gri bir örtüyle kaplanmasından şikayetçi görünmüyordu.
Kafasını bir av köpeği gibi kaldırıp, havayı yeniden kokladı BenSis. İşkencecinin kahkahasıyla kurbanın yakarışı arasında gidip geliyordu sesler. Yüreği yerkürenin nabzı gibi çarptı, kafası Olimpos’un tepesindekinden farksız bulutlar püskürttü: “Yettim” diye haykırdı. Az kaldı, bitireceğim bu kabusu.
BenSis’in adeta şaha kalkarak adanın tepesine doğru saldığı karanlık haykırışla yekinmesi, yeri göğü hallaç pamuğu gibi karıştırmıştı. Bir kol Maden’e, bir kol Nizam’a, bir kol da Kadıyoran yokuşuna vurdu. Evler, bahçe duvarları, balkonlar, ağaçlar; önüne çıkan her şey, onun kalın pelerininin katları arasına giriyor. Aktıkça kaplıyor, amip gibi içine çekiyor, genişliyordu BenSis. Pembe, yeşil, mavi, sarı, kırmızı, lila siliniyor, ada koyu bir karanlığa dönüşüyordu. Ne yıldızlar, ne topuklu dalgalar, yakamozlar, martılar hatta balık sürüleri bile ördüğü kalın duvarı delip geçemezdi.
O ara, adadaki bütün hoparlörlerden yayılan: “Dikkat dikkat. Vapur seferleri iptal edilmiştir!” anonsunu duydu BenSis. İster en acımasız korsan gemilerini salsınlar üzerine, ister en can alıcı roket atarlarını, lazerlerini doğrultsunlar, kendisini durdurmaya güçlerinin yetmeyeceğini onlara nasıl anlatmalı… BenSis’i tek rahatsız eden, bütün giriş çıkışlarda duvarlar oluşturacağı dedikodusuydu ki, şimdiden tüm adaya yayılmıştı. “Bu haksızlık, iftira!” diye düşündü. Tamam; bembeyaz yelkenlilerden leylak rengi bulutlardan, bir tayın masum gözlerinden, yaralı martı kanadına, uzun kuyruğu kopuk bir dragon uçurtmadan lastiği patlak bisikletlere varıncaya, pek çok şey kuşatması altında. Fakat adanın çevresinde duvar oluşturduğu, orayı bir zindana çevireceği suçlamaların iler tutar yanı yok ki. Hiçbir yerde kalıcı olmak gibi bir amaç taşımadığını, bunun zaten kişiliğiyle asla örtüşmediğini nasıl olup da görmezler ki?
Öfkeyle kasıldı. Anlaşılamamak, kimse tarafından istenmemek inciticiydi. Kederinden öyle derin bir soluk bıraktı ki çevre, ağaçlar, otlar, çiçekler yanmış gibi kararıverdiler. BenSis öyle üzgündü ki, o sırada faytonculuk oynayan Aleyna, Çağrı ve İlayda’nın, korkulu çığlıklarını bile duyamadı. Tam da faytonu sürme işini arkadaşından devralan İlayda sarmaşık dalından kırbacını savurmak üzere kaldırmış, önüne kattığı Çağrı ve Aleyna’yı deehhh komutuyla yokuş aşağı koşturmaya başlamıştı ki yolu sis tarafından kesildi.
“Yokuş kaybolacak gibi. Canavar orada bekliyorsa?” Çağrı’nın ablasının eteğini çekiştirerek, kocaman gözlerinde korkunun resmiyle sorduğu bu soruyu duymuş olsa BenSis etkilenir, daha ölçülü davranabilir miydi; kim bilir. Ama onun aklı, ormanın yukarısında kendisine saldırmaya hazır bekleyen düşmanındaydı. Zakkum ağaçları, kış erikleri, lüküstürünler, koca yemiş ağaçları, palmiyeler, begonviller, gül ağaçları; yalnızlaşmış balkonlar; otların bürüdüğü bahçeler; önüne çıkan her şeyi yutarak sürdürdü tırmanışını. Öğrenci seslerini de teneffüs zilini de belleği çoktan silmiş, adeta bitkisel hayat sürdüren Taş Mektep’e kaçamak bir yan bakış atarak Türkoğlu’ndan yukarı vurdu.
Reçine, yaban nanesi, kekik, ebegümeci, damar otu, fesleğen kokusu bulaşmış inlemeler, sızlamalar şimdi daha netti. Hatta kendisini buralara sürükleyen enerjinin çok yakınlarda olduğunu hissediyordu. Nitekim bir anda kesildi soluğu. Bir bulut salıncağından ötekine uçuvermiş gibi oldu. Uğruna caddeler, bulvarlar, meydanlar, köprüler, tepeler, denizler aştığı gizemli acı odağı bir anıt olarak karşısındaydı: “Büyükada Eski Rum Yetimhanesi” Geniş arazinin içinde, ağaçtan geldim ve her ağaç gibi ayakta öleceğim dercesine onurlu ve bilge bir duruşla dikelmekteydi.
BenSis olduğu yerde kalakalmıştı; Yaşlı kızıl çamların arasından bir hüzün anıtı olarak yükselen bu viran Yetimhane hem işkencenin, hem işkencecinin mekanıydı, öyle mi!
O halde, içinde yıllardır mayalanıp duran kalın, katmanlı soluğu dışarı salma zamanı gelmişti. Bembeyaz ya da gri, parçalı ya da katmanlı, gölgeli ya da aydınlık, ipliksi ya da yaygın bulutlardan oluşan soluk, hızla genişleyip içinde düşmanın yer aldığı Yetimhane’nin çevresinde yüksek bir hisara dönüşmeliydi. Şu andan itibaren dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya en ufak bir hava geçişi yaşanamamalı
Artık baş başaydılar. Bundan ötesinin olmadığını bildiği sınırda kararsız, ürkek dikelirken bu devasa yapıda işkenceciyi, acının odağını nerede bulabileceğini düşünüyordu. Acele etmeliydi. Bir yandan örmekte olduğu kozadan dışarı çıkamazdı yoksa. Biraz daha güçlendirdi yapının çevresine ördüğü sis duvarını. Zaman kısıtlı. Fakat aklına yeni gelmiş gibi durdu birden. Peki ama aramaya nereden başlayacak? İşkencecinin kim, işkenceye uğrayanın kim olduğunun ayrımını nasıl yapacak?
Yapının, büyük ölçüde çökmüş, ancak hala direnen birkaç kolon, kiriş sayesinde ayakta kalmayı başaran çatısından mı? Lif lif ayrışan kapı pencere oymalarından mı? Tavan fresklerindeki kanatları kırılmış, gözleri görmez olmuş meleklerden, yolunu yitirmiş havarilerden mi? Yoksa saçaklarındaki neredeyse un olup akacak dantelsi motiflerden mi? Nereden başlamalı? Kurbanı kurtarırken işkenceciyi yok etmek için ne yapılabilir? Pası en derinine dek işlemiş cumbalar, kendisini her an aşağı atacak alınlıklar ne olacak? Menteşelerinden fora etmiş kapılar, sövelerinden ayrılmış pencereler, çürümüş, her an göçecek rabıtalar da düşmanı saklıyor olabilir. Kirişler ve pervazlar her an son nefeslerini vermek üzereymiş gibi görünüyorlardı. Hatta belki bitkisel hayata gireli çok olmuştu da yalnızca beyin ölümünün gerçekleşmesi bekleniyordu. “ Ne hazin! Senin adın, terk edilmişlerin müzesi olmalı!” diye düşündü. Tam kalbinin üstünde bir yağmur damlasının serinliği. Gövdesini delik deşik etmeye kararlı bir sağanağın ilk çisentileri olabilir mi! Yoksa yağan, ‘Ben Sis’in yapışkan incecik gözyaşları mıydı?
Gerçekliğin yiter gibi olduğu bir anaforda hissetti kendini. Neyin peşinden gidebilir ki? Kavramlar, olaylar bu denli karışmışken neyi savunabilir, neye inanabilir? Muhtemel bir iç savaşa yol açacak kuşku ve kararsızlık tarafından kuşatılmaktaydı. Belki de sırf kendi iyiliği için her şeyi olduğu biçimde bırakıp geri dönmeliydi…
Örümcek ağlarının kapladığı çift kanatlı yüksek ahşap kapıyı ve üzerine çakılı paslı çividen sarkan bir deste demir anahtarı görmemiş olsa belki de vazgeçebilirdi. Ya da kararsızlığı uzar giderdi. Fakat kapı son derece kışkırtıcı bir ifadeyle, “Girmek Yasaktır” der gibi bakıyordu yüzüne.
Gövdesini ip gibi incelterek kıvrıldı, anahtar deliğinden geçip öteki tarafa, havada asılı, mozaik gibi, yuvarlak kütlelerden, tomarlardan oluşan keskin naftalin kokulu bir toz bulutunun çöktüğü yüksek tavanlı bir salonda buldu kendini. Sıra sıra dizilmiş somyalarda küçüklü büyüklü çocukların uyuduğu bir yatakhaneydi burası. Kesintisiz, derin bir uykunun kollarındaki çocukların pek çoğu ortak rüyalarda kulaç atmaktaydılar. Hiç sezdirmeden sinsice bulaşan, gövdesini kapsamaya çalışan bir ağırlık, uyuşukluk hissetti BenSis. Bastırdıkça bastıran, teslim alan bir miskinlik, boyun eğme hali. Sonra da açık kalmış pencerenin önündeki küçük demir karyolada yatmakta olan oğlanı gördü. Teni kağıt kadar aktı. İpi çekilen bir kukla gibi açtı gözlerini. Beyaz sabun kokulu yorganı burnuna çekerken gözbebekleri de korkuyla büyüyordu…
BenSis’in, kendisini turuncu göğüslü bir göçmen kuşu kapmak üzere olan bir kedi gibi hissettiği an bu. Küçüğün kanatları uzun uçuşlar yapacak güçten bile yoksundu henüz. Bu farkına varış yüreğini titretti BenSis’in.
Sonra köşedeki aynayı gördü. Belki de önce sobayı görmüştü; emin değil. Hatta ikisini aynı anda fark etmiş olabilir. Önündeki kafesli cam kapağı yalayan alevlerin yansısı duvarlarda kıpraşıyordu. Kıpkırmızı dillerin oynaşması, azalıp çoğalan ışık, yayılan ısı, arada bir patlayan kıvılcımların çıtırtıları, kömürün geniz yakan kokusuyla birlikte duvarlarda yeni şekiller oluşuyordu. Bir geniş yazı masası. Onun başında, bacak bacak üstüne atmış elindeki dolma kalemle önündeki kağıtlara bir şeyler yazan ince yapılı bir erkek… Gördükleri bir düş mü, masal mı, hayal mi; kim kesin bir yanıt verebilirdi ki! Belki de yalnızca, aynanın sırına sinmiş gün olup gerçekliğe dönüşmeyi bekleyen görüntülerdi her biri. Erkeğin gümüş rengi saçları alacakaranlıkta parlak bir ay ışığı saçmaktaydı. Düzenli soluk alıp verişleri arada bir derin iç çekiş izliyor, sonrasındaysa bir şiir dizesiyle bölünüyordu sessizlik. Çocuk, uykunun labirentlerine dalıp gitmenin eşiğinde; küçücük yumruklarını sıkmış dilek tutuyordu: “Babam bana baksın. Uyanık olduğumu görüp gülümsesin. O şefkatli sıcaklığı duyumsayarak uyuyayım!”.
Sessizlikte altın uçlu dolma kalemin lacivert, mavi kuyruklu, şapkalı harfler çizerken duyulan çıtırtı gerçek olmayabilir mi? Ya, çaydanlıkta kaynamaya başlayan suyun tıngırtısı? Ağır aksak adımlarla merdiven inmeye çalışan saatin tik takları? Elindeki kalemden yeni sözcükler kağıdın kalbine hışırtılarla, çıtırtılarla işledikçe adamın göğsü bir sakanın göğsü gibi hızla inip kalkan erkek?
“Bir şeyi kırk kez dilersen dileğin kabul olur” sözünü hatırladı çocuk: Tam kırk düğüm atılmış sesiyle, kirpiklerini hiç kırpmadan kırk kez, “Babam bana baksın!” diye mırıldanacak. “Babam baksın, gülümsesin ve ben o güvenli şefkati, damarlarıma vuran basınçta duyumsayarak yeniden uykuya dalayım”.
Sobanın alt kapağından dillerini uzatan alevlerin yansısı, babanın tıraşı uzamış oval yüzünde. Bir ara çocuğun, tüm yüreğini kattığı iç sesi duymuş gibi bakıp gülümsedi dünyanın en yakışıklı, en güçlü, en sevecen babası. O ışık oyunu içindeki erkeğin babası olduğuna her türlü iddiaya girebilir çocuk. Tüm misketlerini, artist resimlerini, çikletten çıkma yaldızlı kağıtlarını bahse koymayı göze alabilir.
Bir hatıra defterinin sararmış sayfasındaki anının canlanmasına gelmişti sıra. Atlı karınca birden dönmeye başladı. Martılar, güvercinler, leylekler hatta kargalar, gökyüzünde oradan oraya kanat çırpıp duruyor; çaydanlığın ninnileri, suyun buharı, alevlerin ışıltıları, sözcüklerin çıtırtıları hep birlikte dans ediyor. Babasının arada bir mırıldandığı sözcüklerden s ve b ve z ler de kaçıp oyuna katılıverecek az sonra. Çocuğun gözleri hep babasında; bir kez daha baksın, atlıkarıncada dönen oğluna gülümsesin.
‘Ben Sis’ aynaya dayalı gövdesini geri çekmek mi, öylece kalmak mı gerektiği konusunda kararsız. Hızla enerji kaybettiğinin, bir an önce denize ulaşmazsa yok olacağının ayrımında. Fakat öte yandan, ak bir kağıda, “Sal kendini, rahatla, güvendesin” diyerek çizgiler çeken bir dolmakalemin sevgi dolu çıtırtısı.
Şimdi şenlik vakti. Aynanın yüzünde patiska yorganların serili olduğu karyolalar. Yüzlerce çocuğun şarkıya benzer soluk alış verişleri, neşeli gülüşleri. Cumbaların önlerinde turuncu göğüslü sakalar. Ben Sis, bembeyaz göğün usul usul tebeşir dairesine yaklaşmasını, çemberin çatlağından süzülmesini bekliyor. Çisenti, buz prizmaları ve kar taneleri bekliyor. Bulut parçacıkları, ipliksiler, su damlacıkları bekliyor. Yavru penguen, ölümcül bir yolculuktan buzlar ülkesine dönmeyi başaran annesinin sesini nasıl tanırsa; daha yumurtadan yeni çıktığında kendisine mırıldanan şarkıyı, şarkı eşliğinde yapılan veda dansını nasıl hatırlarsa, çocuklar da öyle hatırlıyor geçmişlerini.
BenSis, bir zaman yolculuğunda hissetti kendini. Bulunduğu yer de yatak değil, bir kapsüldü. Küçük elleri yanağının altında. Kirpikleri kırpışıyor. İlayda kırbacını savurmak üzere kaldırmış. Çağrı ve Aleyna’ya “Haydi bakalım deehhh!” komutunu verecek. Rüzgar nasıl olsa her ikisine de Pegasus kanatları takmış. Dörtnal uçmalarını durduracak ne olabilir ki?
Ezgi, BenSis’in gözbebeklerine, burnuna, parmak uçlarına yürüyor. Güneş gibi kapsıyor, çekiyor, çekiyor, katıyor kendine. “Korkumu uyut, nefretimi söndür, acımı dindir; al, uçur beni de çocukluğuma!” diye mırıldanıyor BenSis; gözkapaklarını usulca indirmeden hemen önce.