22 Mart 2019 Cuma

Emekli bir Türk ile evlenen


Emekli bir Türk ile evlenen 72 yaşındaki Rus hanım Türklere ait gözlemlerini anlatıyor ;
Ben Türkiye'ye geldi, evlendi .
Türk erkek Türk kadınlar çok yemek seviyor.
Hep çeşit istiyor.
Biraz oturuyor hemen yemek soruyor.
Sonra hasta olmak anlatmayı çok seviyor.
Şikayet çok.
Kadınlar kendine zaman ayırmak bilmiyor.
Hasta olmak bekliyor , doktora gitmek sonra doktor diyecek; dinlen çok yoruldun bunu bahane ederek hep hastalık konuşarak geçiriyor.
Çocuklar hep televizyon başında.
Eşimin oğlu evlendi Torun televizyon başında.
Geline dedim ki; çocuk seni az görüyor onları çok görüyor.
Zihninde Sen az onlar çok. Reklamları ezberlemiş. Öyle ezberlemiş istiyor anne reddedince ağlıyor.
Işte böyle ağlıyor sonra yine istiyor yine ağlıyor 3 gün 4 gün sonra anneyle arada çatışma oluyor Şimdi saygı nasıl olsun.
Çocuğun zihninde anne az televizyondakiler çok.
Kapat onu çocuk seni seyretsin seni anlasın senin güzelliğin onun beyninde yer etsin dedim.
Kimse anlamıyor çocukların beyni kimlerle doluyor.
Sen çocuğu Doğurdun Sen hatırlıyorsun onu kundakladı büyüttün Sen hatırlıyorsun
O bunları bilmiyor.
Karnını bile televizyon başında doyuruyorsun senin yüzüne bakmıyor o çizgi filme bakıyor.
Sonra diyor ki çocuk yüzümüze bakmıyor hiperaktif.
Çünkü çocuğun beynini televizyon artık yeniden tasarladı.
Sonra çocuk o çizgi kahramanların Vitrinde kostümünü görüyor istiyor ağlıyor çünkü çocuk aslında artık onlara ait oldu.
Kardeşi ile oynarken bile oradaki karakterler gibi davranıyor ve o karakterler gibi konuşuyor diyorum ki bak çocuk babası gibi değil senin gibi değil konuşması televizyon gibi.





Kadınlar çok konuşuyor hiç susmuyor.
Düşünmeden konuşmak Türkiye'de çok.
Hep hastalıklar çok konuşmaktan diyorum bana ters bakıyorlar.
Tiroid hasta diyor çok yiyorsun ve çok konuşuyorsun diyorum bana kızıyor.
Bana çok konuştukları zaman hemen elimle reddediyorum Diyorum ki çok konuştun ben yoruldum.
Çünkü dinlerken beyin doluyor ve ısınıyor
Susuyorlar o zaman.
Çünkü kalp yoruluyor.
Türk kadını güzel şeyler konuşmayı bilmiyor hep şikayet.
Kocasından şikayet ediyor, ailesinden şikayet ediyor , çocuğundan şikayet ediyor Kendinden şikayet ediyor.
1 saat çay içiyor çay içerken gönül demlenir fakat öyle olmuyor
herkesin sinirleri kabarıyor sonra herkes evine gidiyor bu sefer ne
oluyor hastalık oluyor.
(Alıntı)


İskoçya’da


İskoçya’da
yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming’di adı. Günlerden bir gün
tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir
de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için
çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. Çiftçi
çocuğu bataklıktan çıkardı ve acili bir ölümden kurtardı.






Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık
giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak
tanıttı kendini. ‘‘Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek
istiyorum’’ dedi. yoksul ve onurlu Fleming ‘‘Kabul edemem!’’ diyerek
ödülü geri çevirdi.





Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ diye sordu aristokrat.





Çiftçi gururla ‘‘Evet!’’ dedi. Aristokrat devam etti: ‘‘Gel seninle bir
anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım.
Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.
‘‘ Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü.






Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mari’s
Hospital Tip Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adini penisilini
bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratin
oğlu zatürreye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?





Penisilin!





Aristokratin adi: Lord Randolp Churchill.
Oglunun adi: Sir Winston Churchill.
Kurtaran doktor: Çiftçinin oglu Sir Alexander Fleming.





Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.
Hiç acı çekmemiş gibi sevin.
Hiçbir şey beklemeden verin.
Karşılığı nasıl olsa gelecektir.


Bakire kadınlar istiyorsunuz!


Bakire kadınlar istiyorsunuz çünkü cinsel
performansınızın kıyaslanmasını istemiyorsunuz.
Edilgen ve tecrübesiz kadınlardan eş istiyorsunuz, çünkü hizmetinizi yaparken sözünüz geçsin istiyorsunuz.
Her kadın bedenine hakkınız var gibi bakıyorsunuz, sahip olduğunuz
kadınlara da başka erkekler aynı şekilde bakacak diye kadınlara hayatı
zehir ediyorsunuz.
Ben sana güveniyorum da çevreye güvenmiyorum diyenleriniz az değildir.
Aşağılık kompleksinin adı oluverir kıskançlık, kıskançlığı sevgi yapan geri zekalılık.
Özgür düşünen, güçlü, kişilikli kadınlardan korkuyorsunuz, çünkü ne kadar aciz olduğunuzla yüzleşmekten kaçıyorsunuz.
Bir erkek her haltı yediğinde görmezden geliyorsunuz, ama bir kadın
''bedenim benimdir sana ne dese'' adını çıkartmaktan hiç
gocunmuyorsunuz.
Ahlakı kişilikte kaybettiniz, kadının apış arasında arıyorsunuz.
Namusunuzu kadın kazandırır, nasıl bir erkek olduğunuz kadına göre ölçülür.
Utanmanız ancak karınız "namussuzluk" yaparsa olur.
Ödünüz kopar o yüzden tam bir tahakkümcüdür ruhunuz.
Faşizm sizden başlıyor, zihniyetsizliğinizden farkedin.
Sahi yaa siz erkek kalanlar, hala insan olamayanlar, cinsel organından yukarı çıkamayan kafalar, siz bu dünyada niye varsınız?
Cahillikle övünen tek canlı olmak, kendinize nasıl bir hakarettir farkında mısınız???
Beş bin yıldır Kadın; Kölenin kölesi.
Ücretli kölenin evdeki hizmetçisi.
Köylünün Namusu. Küçük Burjuva Aydınının içki sofrasında mezesi ve ilişki albümünde yeteneğinin övüncesi.
Kapitalist pazarın Cinsel metası.
Dindarın kapatması.
Tanrının Şeytanı.
Erkek Avcıların Gülü, Sözde Aşk Meleği .
Oysa o ,
insanı "Rahminde" varedip, yaratanı ! Emzireni, Emeği ile büyüteni, yani insan toplumunun sahibi...





J.Saul


Kasabanın semercisi


Kasabanın semercisi ölmüş.
Yeni gelen semerci pek acemiymiş.
Yaptığı kötü semerler, eşeklerin sırtını yara bere içinde bırakmış…
Canları yanan eşekler başlamışlar semercinin ölmesi için dua etmeye…
“Allahım, şu herifin canını al da, kurtulalım!”
Eşeklerin duası sonunda kabul olmuş, kalp krizi geçiren semerci ölmüş.
Fakat yeni gelen semerci ondan da betermiş. Eşekler yine:
“Tanrım, bu semerciyi de başımızdan al!” diye dua etmeye başlamışlar.
Yaşı ilerlemiş tecrübeli bir eşek:
“Arkadaşlar, böyle olmuyor. ‘Semerci ölsün' diye dua etmek çok anlamsız!”
“Peki, ne yapalım?”
“Tanrı'ya bizi eşeklikten kurtarması için dua edelim!”
****************************
EVET.....
HEP BERABER DUA EDELİM !!!...


Günlerden bir gün


Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş.
Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.
Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp
kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.
Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş
Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş
Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış.
Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.
Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi,
ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş.
Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.
Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam ,
bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.
Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan
"BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER ŞİMDİ,
BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM Kİ?" demiş.
*****************************************************************
BİZ DE MİLLETCE NE YAPTIK……………?
SADECE ŞEYTAN'IN YAPTIĞINI YAPTIK !!!...
SEÇİMLERDE SADECE OY KULLANDIK..
ŞİMDİ DE SADECE ŞİKAYET SDİYORUZ !!!...
SİZ DE TÜRKİYE’DE OLACAKLARI...
SADECE İZLEMEYE DEVAM EDİN !!!...


Bir TV kanalı


Bir TV kanalı Güney Doğu illerine belgesel çekmeye gitmiş. İşte köy köy dolaşacaklar, ahalinin halini, günlük yaşamını anlatacaklar.





Bir köyde yaşlı bir amca bulmuşlar, sohbeti kuvvetli.
-"Amca" demişler, sen bize en mutlu günlerinden birini anlat, biz de kaydedelim. Âlem görsün ne mutlu günleriniz var!"





Amca başlamış;





-"Bi gün Hamdo'nun eşegi
gayboldi. Daga gittik, eşegi
aradık, aradık. Eşegi bulduk, çok sevindik. O sevinçle hepimiz eşegi bi güzel s ...k."





-Yönetmen birden ileri atlamış,
-"Kes, kes, kaydı kes!"





Amcaya dönmüş





-"Aman amca ne yapıyorsun? Hiç öyle hikâye olur mu? Eşekli filan. Sen bize başka mutlu bir hikâyeni anlat''.





Amca başlamış;





-"Bi gün Memo'nun garisi gaybodi.
Daga gittik, gariyi aradık. Gariyi bulduk, çok sevindik. O sevinçle
hepimiz..."
-"Aman aman Amca, anlaşıldı! Sen boşver mutlu hikâyeleri, sen en iyisi bize en üzüldüğün hikâyeyi anlat!".





-"Bi gün daga gittim gayboldim ..." 🤣


Bankada çalışan


Bankada çalışan Ziraat Mühendisi kredi vermek için gittiği bir köyden dönerken, yolda arabası bozulmuş.
Ne yapacağını düşünürken ileride bir kulube görmüş. Kapıyı çalmış.
Kapıyı genç ve çok güzel bir kadın açmış.
Adam 'Ben Ziraat Muhendisiyim. Bankada çalışıyorum. Arabam bozuldu.
Bana yardımcı olabilir misiniz?' demiş.
Kadın 'Kocam askerde, bu gece burada kalabilirsiniz' demiş. Mühendis bey teşekkür edip, içeri girmiş.
Kadın 'Kocam askerde, benden bir isteğiniz var mı?' Mühendis 'Zahmet olmazsa yiyecek bir seyler verebilir misiniz?'
Kadın yemek hazırlamış, yemekten sonra üzerindeki yeleği çıkararak 'Kocam askerde, benden bir isteğiniz var mı?'
Mühendis ' Zahmet olmazsa çay ' Kadın çay hazırlamış ve elbisesinin bir düğmesini açarak, Kocam askerde, benden bir isteğiniz var mi?' Mühendis ' Zahmet olmazsa bir bardak su ' sorular ve istekler böyle devam etmis.
En sonunda kadin seksi geceliğini giymis ve Kocam askerde, benden bir isteğiniz var mi?'
Mühendis 'Yorucu bir gündü. Ben artık yatayım' demiş ve uyumuş. Sabah uyandığınnda, avluya çıkmış. Kadın tavuklara yem veriyor.
Ancak bir tavuk 5 tane de horoz var. Mühendis bey gülerek' Hic bir tavuğa 5 horoz olur mu?' diye sormuş kadına.
Kadın : ' siz onlara bakmayın. Onlarin sadece bir tanesi gerçek horoz. ötekiler Ziraat Mühendisi.' demiş...😂


Aziz Nesin


Aziz Nesin, Madımak katliamından neredeyse ölmek üzereyken cama yanaşan bir itfaiye merdiveninden inerek kurtuldum sandı, aşağı indiğinde "Asıl öldürülecek hayvan burada!" diye biri tarafından kalabalığın önüne itildi. Kalabalıktan ambulansa getirildiğinde doktor önlüğünü kendisine verip "Önlüğü giyerseniz doktor olduğunuzu sanırlar, sizi tanımazlar" dedi ve onu öldürülmekten kurtardı. Bu önlük hâlen Nesin köyündeki odasında is lekeli, yanık ve yırtık tişörtüyle birlikte sergilenmektedir.
Doktor; kim, ne demiş, ne yapmış, neye inanır diye düşünmez. İdari amir değildir, savcı değildir, din görevlisi değildir, kolluk kuvveti değildir. Doktorun işi yaşatmaktır. Doktor yaşatır...
Gerek dünya, gerek ülke, gerek kişisel tarihimiz bu ve benzeri nice yaşatma anılarıyla doludur. Biz düşünen, vatansever, devrimci, *saygılı* bir geleneğin devamıyız. Bu bilinci yitirmemek niyetiyle,
14 Mart Tıp bayramımız kutlu olsun.


15 Mart 2019 Cuma

85 yaşında bir adam


85 yaşında bir adam doğumhane kapısında beklemektedir. Doğum
odasından çıkan hemşire şöyle bir bakındıktan sonra yaşlı adama sorar:





- İçeride doğum yapan kadın yakınınız mı?
- Evet, eşim!
- Ama bayan 25 yaşlarında...
- Tamam işte, eşim o. Niye şaşırdınız, baba olamaz mıyım yani?
- Yok... Aklıma benim dedem geldi de!
- Nesi varmış dedenizin?
- Kendisi av meraklısı idi. Sürekli ava çıkardı. Ancak yaşlanınca zorlanmaya başladı.






Bir gün ava çıkacakken onu uyardık ama kendisi ısrar etti ve
hazırlandı. E... Tabii yaşlılık, çıkarken tüfek yerine baston aldı
eline. Ben de kendisiyle gittim.





Ormanda epey yol yürüdükten
sonra bir geyik gördük. Dedim ya, dedem yaşlı. Bastonu omzuna koydu,
doğrulttu ve geyiğe bastonla ateş etti.





Geyik o anda vurulup yere düştü...





Yaşlı adam:
- Olur mu, başkası vurmuştur onu!
Hemşire:
- İşte demiş. Ben de tam olarak onu anlatmaya çalışıyorum.🤣


Bir karı-kocanın aynı gün günlüklerine yazdıkları.. !!!


Kadının yazdıkları:






"Bugün üç yıl bitti. Onun karşısına gelinlikle çıktığım günkü kadar
mutluyum. Allahım onu ne kadar çok seviyorum. Mükemmel bir erkek,
cazibeli, yakışıklı, anlayışlı, sevecen, her şey var.
Bugün
Cumartesi, bıraktım arkadaşlarıyla eğlensin. En sevdiği yemek olan
pastırmalı kuru fasulye ile pilav yapıyorum. pişti, demleniyor.
En sevdiği kıyafeti giydim. Eve geldi sonunda...
Beni öpüşü biraz soğuktu, Aklı başka yerde sanki
Aman Allahım, yoksa !?
Arkadaşlarıyla ne yaptığını
Sordum, ağzında bir şeyler geveledi. Yemekte biraz keyfi yerine gelir
gibi oldu, ama hâlâ dalgın, hâlâ uzak, hâlâ kabuğuna çekilmiş. Herhalde
ötekini düşünüyor. Benden genç mi acaba? İş yerindeki sarışın pazarlama
temsilcisi olmasın ? Şöminenin karşısında otururken, artık dayanamadım
'Neyin var ?'
diye sordum, gülümsedi, zoraki bir gülümseme, acı dolu, uzaklık dolu..





" Yok bir şeyim" diye geçiştirdi.
O gürül gürül yanan aşkın bu kadar çabuk biteceğine inanamıyorum, Daha
dün bana ebediyete kadar benimle olmak istediğini söylüyordu. Bugün
aramızda iletişim kopukluğu başladı bile. Belki de kilo alıyorum. Çok mu
vır vır yapıyorum ? Elini tuttum. Elimi okşadı ama eller hissiz, Parmak
uçları soğuk... Stepe mi başlasam ? Çocuk mu istesem ? Yalan, yalan,
yalan...
Kendimi kandırmaktan başka bir
şey değil bunlar.
Bitti...Bittti...Bitti. Allahım, Ölmek İstiyorum. Kendimi son kez onun kollarına attım. Ağlaya
ağlaya uykuya dalmışım..."





Kocanın günlüğüne yazdıkları :









" Sevgili Günlük, Fener yine yenildi ... Ama kuru fasulye güzeldi...


ALEVİ'Mİ DEDİNİZ...???


Onlar; Sarıkamış'da zemheri de, Çanakkale'de dört mevsimde, Millî Mücadele de' ise her Cephede'dirler....
Karadeniz'de "Çepni"
Doğuda "Türkmen", Ege'de "Tahtacı", Anadolu'da kimi zaman "Aşiret", kimi zaman "Kızılbaş", kimi zaman da ALEVİ dediklerimiz TÜRK'ÜN özbe öz "OĞUZ BOYU" dan olan güzide insanlardır.
Hz Muhammed'i "PEYGAMBER", Ali'yi "PİR", On İki İmamı "DÜSTUR", Ehlibeyti "ŞİAR" edinmişlerdir.
Düşüncelerin de, sosyal ve içtimai yaşantılarında İslam Tasavvuf Felsefesinin inanç ve ahlak boyutuna fazlasıyla önem vererek, " ELİNE, BELİNE, DİLİNE " hakim olma şuuru ile yaşamayı ve yaşatmayı ilke edinmişlerdir.
Hassasiyet ve Adalet anlayışları, Cem Evlerindeki icra ettikleri "Müsahiplik" CEMİ'nde, kapılarını ve gönüllerini "Hırsıza, Katile, Yolsuza ve de Düşküne" tamamen kapatarak camianın kirlenmesine asla müsaade etmezler.
Sazın sözün ve muhabbetin, semah dönerek vücut bulması, Muhammed ve Ali'nin isimleri her geçtiğin de dökülen gözyaşları, İSLAM'A bağlılık ve hürmetlerinin en güzel tezahürüdür.
ALEVİLER, Bu Mübarek Coğrafya'da içinde yaşattıkları, Vatan ve Memleket sevgisi ile yoğrulmuş, TÜRK'ÜN örf ve adetini özümsemiş, İSLAMI kendi kültür ve değerleriyle güzelleştirerek inancımızın zenginleşmesine neden olmuşlardır.
Tarihin hiçbir döneminde Milletine ve Devleti'ne asla ihanet, delalet etmeden ve husumet beslemeden etle tırnak olmayı bilmişlerdir.
Alevi Kardeşlerimiz ve dostlarımız hakkında, art niyetli ve önyargılı itibarsızlaştırma düşünceleri ve çirkin politikalara meze edilmek istenmeleri bu Ülkeye yapılacak en büyük kötülük olarak görmekteyim.
Onlar...Bizim gözümüz de, HACI BEKTAŞİ VELİ 'nin Anadolu'yu "Türkleştirmek ve İslamlaştırmak" üzere çıktığı bu Mübarek yolunu yol bilenlerle, PİR SULTAN'ın hakka teslimiyetin deki incelik şuuruyla "Evveli Muhammed, Ahirim Ali" diyen CAN'lardır.


Amerikalı gazeteci Swinton


1880 'lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete





satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli





gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere





kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton elindeki kadehiyle





kürsüye çıkıyor;





"Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da





"Özgür bağımsız basın" diye bir şey





olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye





başlıyor sözlerine; "Hiçbiriniz





düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret





edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda





yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz





çünkü. Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi





özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için





haftalık bir ücret ödüyorlar. İçinizde benzer biçimde





benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini





açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta





başka bir iş arıyor olacaktır. Gazetemin herhangi bir





sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin





verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım.





Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan





söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine





dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu





ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de…





Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür





basının" (!) "şerefine" (!) kadeh





kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler,





sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları,





kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak





kuklalarız...





Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.





Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi





başkalarının malı.





Bizler entelektüel fahişeleriz." der





Toplantıyı terkeder ve kendi gazetesini kurar.
***************
Siz ne sanmıştınız?
Bildik tanıdık biri mi?
Çok hoşsunuz…


Yaşlı bir baba…


Kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş…
Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş.
Babasının isteğini fark eden oğlu,
almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş…
Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş…
Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış…
Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş…
Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış.
Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış…
Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini-yüzünü iyice yıkamış, üstünü-başını silip temizlemiş, saçını-sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde…
Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için…
Yemek parasını ödeyip çıkıyorlardı ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:





– Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?
Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:
– Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!
Yaşlı amca:
– Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!





Şaşkınlık içinde:





– Ne bırakmışım ki amca?!
– Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!…
Tam bir sessizlik hâkim olmuştu salona…
Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyordu…
Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:





– Baba! Şunu istiyorum.
– Baba! Bana şunu al.
– Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.
– Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.
– Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.
– Baba! Doğum günümde bana ne aldın?
– Baba!…
– Baba!…
Ama bir defa olsun dememişlerdi sanki:
– Yanımdasın ya baba, benim için her şeye değer ve yeter!…
– Babam! Senin yanında olmak benim için bir dünyadır…





Hep sahip olmak istediklerimizden söylenip durduk, yokluklarımızdan sitem edip şikâyetçi olduk…
Ama belki de hiç sormadık ona:





– Baba! Senin benden bir isteğin var mı..?





Çoğumuza sormuşlardır kesin çocukluğumuzda, “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye.






İlk başta “Her ikisini.” desek de az ısrar sonucu utanarak, sıkılarak
kısık sesle, “Annemi.” diyorduk; buna rağmen baba içindeki acıyı bize
hissettirmeden tebessüm ediyordu.
Kim bilir, belki de herkesin yanında utanıyordu…
Ama bir gün gelir de kayıp giderse elinden, aile fertlerinin güzel
yaşaması için ne tür zahmetlere katlandığını işte o zaman anlarsın.
Cennet ayaklarının altında olmasa da…........





------------------------------------------------------------------
Bu yazıyı okuduktan sonra şu duayı yapmak geldi içimden...






"Allah'ım Ben evlatlarımdan razıyım Allah'ta onlardan razı olsun...
RAB'BİM herkese BABAYA, KARDEŞE, AKRABAYA, KOMŞUSUNA KİMSESİZE BAKAN,
VATANA, MİLLETE, HERKESE HAYIRLI EVLAT nasip etsin inşallah.."


AĞLAYAN KADIN !!!...


Küçük bir erkek çocuk,
annesine sordu: "Niçin ağlıyorsun?"
"Çünkü ben kadınım." Diye cevapladı annesi.
"Anlamadım!" dedi çocuk. Annesi, çocuğu kucaklayıp
"Hiç bir zaman anlayamayacaksın!" dedi.
Babasına "Baba, annem niçin ağlıyor?" diye sordu.
Babanın cevabı: "Bütün kadınlar
sebepsiz ağlayabilen yapıdadır" oldu.





Küçük çocuk büyüdü, yetişkin adam oldu, halâ
kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi.
Nihayet öldükten sonra cennete gittiğinde Tanrı'ya sordu.
"tANRIM!" dedi: "Kadınlar
niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar?"
Tanrı:"Ben kadınları özel yarattım! Tüm yaşamın
ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen
başkalarına teselli verecek kadar yumuşak omuzlar,
doğumun acısına olduğu kadar doğurdukları evlatlarının
nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini verdim.





Başkalarının kuvvetinin kalmadığında;
devam edecek azmi,
ailesinin hastalığında; yorgunluğa
pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim.
Her türlü şart altında,
hatta kendilerini çok kötü incitseler de,
çocuklarını sevmek duygusallığını verdim.
Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının
yaralarını sarmalarına, sorunlarını dinleyip
paylaşmalarına yardım ediyor.





Kocalarını tüm kusurlarıyla sevmek kuvvetini verdim.
Onlara iyi bir kocanın eşini asla incitmeyeceğini fakat
bazen destek ve kuvvetini deneyecek davranışlarda
bulunacağını anlayacak duyarlı bir zeka verdim.





Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim...





Tamamen kendilerinin sahip oldukları,
ihtiyaçları olduğunda kullanmak üzere.
İnsanlık için bir gözyaşı..." diye cevapladı...





Kadını güzel yapan şey ne saçı, ne vücudu,
ne de kendini ne şekilde taşıdığıdır.
Kadını esas güzel yapan sevgisini paylaşabilmesi,
fedakarlığı, sorumluluğu, anlayışı, sadece bilgiye
değil aynı zamanda kalbe de yönelik aklıdır.


BAYAT EKMEK


Komşumuz Hanife Teyze vardı.
8 aydır konuya komşuya bayat ekmeğiniz varmı Varsa verin kuşLar cama geLiyor ısLayıp veriyorum diyordu..
Çok da zayıfLamıştı. Kiracıydı. Çok ucuza oturuyorum diye rutubetini çekiyorum diyordu.
Eşinden duL maaşı aLıyordu.
8 aydır güLen, şaka yapan Hanife Teyze gitmiş, yerine suskun düşünceLi Hanife Teyze geLmişti
Birgün annem doLma yapmıştı. Bir tabak doLma uzatarak; Hadi götür Hanife Teyzene de sıcak sıcak yesin dedi
ZiLini çaLdım 75 yaşındaki Hanife Teyze'nin, yavaş yavaş geLerek
Kim o dedi.
Ben Zeynep, Hanife Teyze dedim.
Tamam açıyorum kızım dedi.
Annem doLma yoLLadı dedim.
ELimden aLdı, yüzüme baktı, yutkundu
ALLah razı oLsun. Ben de yemek yiyecektim, Şimdi yerim dedi.
Hanife Teyze annem tabağı istedi deyince, Hanife Teyze kapıyı kapatmayı bıraktı mutfağa yöneLdi.
İçeriye baktım. Oturma odası karanLıktı. Işığı yaktım. Masanın üstünde bir bardak su ve ısLatıLmış ekmekLer tabağa doğranmıştı
Hemen kapının önüne çıktım. Hanife Teyze tabağı uzattı. İki cihanda aziz oLun evLadım dedi.
Sağ oL dedim.
Eve geLdiğimde annem; Ne o, ne oLdu Suratından düşen bin parça dedi.
Anne, Hanife Teyze tabağa bayat ekmekLeri doğramış, onLarı yiyordu
dedim. "OLur mu kızım? Baban da emekLi, O da eşinden emekLi maaşı baban
kadar aLıyor. Sen yanLış görmüşsündür, kuşLar içindir o. Biz
geçiniyorsak ki 3 kişiyiz, O tek başına hayLi hayLi geçinir dedi.
Ertesi akşam anneme ne pişirdiğini sordum, etLi kuru fasüLye oLduğunu öğrendim. İçimi bir kurt kemiriyordu
Akşam yemeğine oturmadan Anne Hanife Teyzeye de bir tabak götüreyim mi
Annem; Kuru fasüLye bir tanem. Götür de, güzeL bir şey değiL" OLsun
hadi ver götüreyim dedim, Sıcak tabağı eLime aLdım ve yürüdüm.
Hanife Teyzenin sesi: Kim o
Ben Zeynep dedim. Kapıyı açtı güLümseyerek, yüzüme baktı. Annem kuru
fasüLye yoLLadı biLmem sever misiniz? Nimeti ayırt etmem tabii ki
severim. ALLah razı oLsun kızım" dedi.
Ha unutmadan annem tabağı istiyor dedim.
Hanife Teyze mutfak yoLuna yöneLir yöneLmez, ben doğru içeriye girdim.
Masanın üstünde bir bardak su, ısLak ekmekLerin konduğu yarısı yenmiş
tabak ve annemin bir gün önce verdiği doLmadan kaLan 4 tane...
Soracaktım, sormaLıydım. İçim içimi kemiriyordu...
Hanife Teyze beni kapıda göremeyince içeriye yanıma geLdi.
Sanki Sor der gibi yüzüme bakıyordu. Dayanamayıp sordum; Bu ısLak ekmekLeri sen mi yiyorsun Hani kuşLara verecektin
BuğuLu mavi gözLerinden yaşLar süzüLmeye başLadı.
Üzmüş müydüm acaba anLayamadım, daha 15 yaşındaydım, ama O'nu ağLatmıştım
Evet ben yiyorum canım kızım. Benim bir oğLum birde kızım var. Burada
değiLLer. Başka şehirdeLer. İkisi de çaLışıyor. Araba aLacakLarmış. Bana
Kredi çektirdiLer. KaLan para ancak kiraya eLektrik ve suya gidiyor. Üç
beş kuruş ya kaLıyor ya kaLmıyor eLimde. Ben de ekmek isteyemedim. KoL
kırıLır yen içinde kaLır. BöyLe biLiriz, üç yıL böyLe idare edeceğim,
kimseye söyLeme, Emi dedi
Bu sefer benim gözLerim yaşardı.
Tabağı aLdım, kapıdan çıkarken arkamdan Kimseye söyLeme güzeL kız diye sesLeniyordu.
Eve geLdiğimde bağıra bağıra ağLıyordum.
Annem şaşırarak; Ne oLdu kızım biri bir şey mi söyLedi dedi. OLanı anneme anLattım, O da çok üzüLdü.
O gün, BöyLe vicdansız evLat oLmayacağım anneciğim dedim.
3 yıL boyunca tüm mahaLLe Hanife Teyze'ye kimimiz sabah kahvaLtıLıkLarı
götürüyor, kimimiz öğLen yemekLeri kimimizse akşam yemekLeri





Birgün, Hanife Teyze hastayken okuL çıkışı yanına uğramıştım.
Bana; İyi kaLpLi meLeğim sen mi geLdin Çok Şükür borç bitti dedi
Artık rahat edersin Hanife Teyzem dedim.
Evet senin sayende sıkıntısız, Ekmek düşünmeden üç yıL bitti, Rabbim seni korusun dedi.
Meğer bu Hanife Teyze'yi son ziyaretimmiş. İki gün sonra vefat etti
ALLah gani gani rahmet eyLesin
Hanife TeyzeLeri unutmayın.





Arayın buLun onLarı, emi


Vaktiyle bir derviş berbere gidip


- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.
‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder.
Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile:
'Kabak aşağı, kabak yukarı.'Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki,kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler.
Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.
Berber dervişe bakar, sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var.
O gücenmiş olmalı!
**********************************************
HER GÜNKÜ SÖYLEMLERİNE BİZ DE GÜCENMEDİK...
HAKKIMIZI DA HELAL EDİYORUZ....
ŞAYET İNCİNENLERİN DE BİR SAHİBİ VARSA ???!!!...
MART SONUN DA GÖRECEĞİZ !!!...


Dursun askerlik


Dursun askerlik arkadaşı Temel’i ziyarete gitmiş. Temel’in de dört karısı bir göz odası varmış. Akşam yemeğini tıka basa yedikten sonra Dursun; “ Pana müsade !” demiş. Temel;” Dışarudaki yağmuru görmeyi misun?” demiş “ Puzdolabinun önüne pir yatak sereruz yatar sabah kahvaltidan sonra gidersun.”
Israr üzerine çaresiz kabul etmiş Dursun. Yatmışlar ama Fadime, Temel’e “ Kalk kocaluk görevinu yap!” demiş. Temel, misafir falan dese de Fadime;” Çağımasaydun!” deyip ısrar etmiş. Temel ;” O zaman git su içer gibu yapup puzdolabinun kapisinu aç ve onun ışığında pak pakalum, Dursun uyuyor mu?” demiş.
Fadime, buzdolabını açıp bakmış, Dursun uyuyor. Temel, kocalık görevini yapmış. Fadime ister de diğer üç kadın durur mu? Onlar da aynı ritüeli uygulayıp dolabı açıp ışığında Dursun’u kontrol etmişler Temel de kocalık görevini yapmış.
Sabah kahvaltıda Temel;” Nasi Dursun, rahat uyudun mi?” diye sormuş.
“ Dün akşam o kadar çok yeduk ki!” demiş Dursun “ Hararetten pek uyuyamadum.”
“ Ula, puzdolabinun önünde yatayidun. Niye kalkup su içmedun?” diye sormuş Temel.
“ Vallahi düşünmedum değul!” demiş Dursun “ Ama paktum ki puzdolabinu her açanu pecereysun. Cesaret edemedum!”


Tur otobüsü


Tur otobüsü şöförünün omzuna dokunulunca adam hafifçe başını
çevirmiş, bir bakmış ki elinde bir avuç badem, yaşlı bir kadın
durmakta.. Teşekkür ederek almış bademleri ve yemiş.. 15 dakika sonra
yaşlı kadın tekrar şöförün omuzuna dokunup bir avuç daha badem vermiş ve
bu ikramı 5 kere daha yapınca
– “Zahmet ediyorsunuz efendim..” demiş saygılı şöför, ” Hep bana yedirdiniz.. Biraz da kendiniz yesenize..”





-Çiğneyemiyorum evladım..” demiş yaşlı kadın, “Dişlerim yok..”
– “Niye satın alıyorsunuz o zaman?..” ”
– Evladım ben sadece üzerindeki çikolatayı emmesini seviyorum!..”


BOŞANMAK İSTEYEN KADIN


Karı koca arabada giderken kadın:– “Seninle güzel bir beraberlik yaşadık. Ama artık ben boşanmak istiyorum…” demiş.






Adam sesini çıkarmamış… ama gaza basmış, hızı 120’e çıkarmış.Kadın:–
“Neden dersen başkasıyla bir süredir beraberim” demiş.Adam yine ses
çıkarmadan hızı 140’a çıkarmış.





Kadın devam etmiş:– “Evi ben istiyorum.”Adam hızı 150 ye çıkarmış…





Kadın:– “Ayrıca bütün çekleri, kredi kartlarını ve arabayı da istiyorum…”Ve adam hızı 160’a çıkarmış.






Kadın:– “Hiçbir şey söylemeyecek misin? Sen hiçbir şey istemiyor
musun?” diye sormuş.Adam hızını 180 çıkarmış ve:– “Hayır!.. Ben
ihtiyacım olan her şeye sahibim!..”





Kadın şaşırmış ve:– “Öyle mi? Nedir o?” diye sormuş.Adam karşıdaki duvara saatte 180 km hızla çarpmadan önce cevap vermiş;





– “Hava yastığı bende!”


Bir mühendis ölmüş


Bir mühendis ölmüş ve büyük bir yanlışlık sonucunda cehenneme
atılmış. Cehennemin konforundan hoşnut kalmayan mühendis, bir takım
iyileştirmeler yapmaya başlamış. Kısa bir süre sonra cehennem, klimalı
odaları, otomatik tuvaletleri, asansörleri, içecek otomatları ve diğer
lüksleri ile bayağı rahat bir yer haline gelmiş. Bu arada mühendisin de
iyice tanınıp sevildiğini söylemeye gerek yok.
Derken, günün birinde Cennet Meleği, şeytanı aramış:





-"Selam, cehennemde işler nasıl gidiyor? Neler yapıyorsunuz?"
Şeytan, memnun mesut gülümsemiş:
-"Ohoo.. Biz burada çok iyiyiz. Bir mühendis düştü buraya ki sorma
gitsin. İnanılmaz lüks ve konforlu bir yer yaptı bizim orayı. Bir
görsen, tuvaletlerimiz otomatik, kola makinemiz bile var."
Melek şaşırır:
-"Nee! Mühendis mi dedin? O adamın burada olması lazımdı. Çabuk onu buraya gönderin!"





Seytan: "Mümkünü yok! Kadromda bir mühendisin olmasından çok memnunum ve onu burada tutacağım!" diye çıkışmış.





Cennet Melegi sinirle bağırmış:
"Onu çabuk buraya gönder, yoksa seni dava ederim!"





Şeytan katıla katıla gülerken şunları söylemiş:





"Yok yaa! Nasıl yapacaksın bunu?
Bütün avukatlar bizim tarafta!".


Hava yağmurlu


Hava yağmurlu ve soğuktu. Arabadaki kadın, rahibeyi görünce durdu ve kapıyı açtı:
- atlayın! sizi manastıra kadar bırakırım!
Araba sıcacık, kadın ise muhteşemdi. rahibenin gözleri önce ayakkabılarına takıldı. Rugan stiletto'lar pırıl pırıldı!
+ ne güzel yani ayakkabılarınız çok güzel!
- Ah evet! dedi kadın. Prada, 700 euro! rahibe afallamış, kadına baktı.
+ 700 euro ?? ayakkabının fiyatı mı??? bir ayakkabıya bunca para verilir mi?
- yok canım, dedi kadın. Ben değil, dostum aldı bunları, hediye!
rahibe bu sefer kadını incelemeye başladı. Gerçekten çok şıktı.
+ elbiseniz de güzelmiş diye mırıldandı.
- Teşekkürler canım, o Chanel, tam 4000 euro; eder.
Rahibenin yüreği hopladı..
+ 4000 euro ??? bir elbiseye bu parayı mı verdiniz?
- Yok şekerim, bir gecelik macera yaşamıştım bir işadamıyla, ondan hediye!
yolculuk sona eriyordu. Manastıra yanaştı araba, rahibe inerken arabaya bakakaldı.
- Güzel di mi? dedi direksyondaki kadın. Bu da 165.000 euro!
+ n......nnasıl.....nasıl y..y..yani.....
- Hah hah ha. Şu haline bak!! şekerim, dur, heyecanlanma, ben verir miyim o parayı? İki gece önce şehrin ileri gelenlerinden dört kişiyle grup seks yapmıştık. Tabii ki onlar aldı!
Rahibe afallamış vaziyette manastıra attı kendini, geceye kadar da kendine gelemedi! Son dualar da okunup el ayak çekildikten sonra, odasında yatmaya hazırlanıyordu ki, kapı "tık" landı.
Fısıltıyla sordu rahibe:
+ Kim o??
- Benim, rahip Ernesto!
+ S.tir git ordan Ernesto! sıçmışım sana da, akide şekerlerine de!!!!


İmam ile Profesör sohbet ederken imam


İmam ile Profesör sohbet ederken imam,
-"hocam" demiş,
-"Profesör olmak için ne kadar okumak lazım?"





Profesör;
-"önce ilkokula gittim, 5 sene..."
İmam;
-"vah, vah..."
Profesör;
-"sonra ortaokula gittim, 3 sene..."
İmam;
-"vah, vah, vah..."
Profesör;
-"sonra liseye gittim, 3 sene..."
İmam;
-"vah, vah, vah, vah..."
Profesör imamın tavrını garipseyerek;
-"sonra üniversiteye gittim, 4 sene..."
İmam kafa sallayarak;
-"vah, vah, vah,vah, tüh, tüh..."
Profesör içinden la havle çekerek;
-"sonra lisansüstü aldım, 2 sene..."
İmam sağa sola vücudunu yatırarak dövünürken;
-"vah, vah, vah, vah, tüh,tüh..."
Profesör iyice kızmaya başlamış ama hissettirmeden;
-"sonra doktora aldım,3 sene..."
İmam artık kafa sallayıp dizlerini döverek;
-"vah, vah, vah, vah, tüh,tüh, hay allah, hay allah..."





Profesör artık dayanamamış sormuş;
-"Ya imam efendi" demiş, "ikide birde bana vah,vah,tüh,tüh deyip acıma ifadesi veriyorsun, sebebi ne bunun..."
İmam;
-"hocam" demiş,
-"ben sadece iki aylık kuran kursuna gittim beni düzmeyen kalmadı, sen
bunca yıl eğitim aldığını anlatırken, onu düşünüp dövünüyordum !!


Şili'nin ünlü



Şili'nin ünlü diktatörü Pinochet, bir gün kılık değiştirerek sinemaya gitmiş.
Kimse onu tanımamış.
Derken ışıklar sönmüş, film başlamış.
Esas filmden önce haberler gösterilirken perdeye diktatörün görüntüsü gelmiş.
Sinemadaki bütün seyirciler ayağa kalkıp alkışlamaya ve Pinochet lehine tezahürata başlamışlar.
Pinochet oturduğu koltukta memnun bir şekilde kaykılmış…
Keyfi yerinde, gururla perdeye bakıyormuş…
Yanındaki koltukta oturan adam eğilerek Pinochet'in kulağına şunları söylemiş:
“Aman beyefendi, salon gizli polis dolu.
Hepsi Pinochet'in köpekleri…
Böyle oturma. Ayağa kalk sen de alkışla…
Bu pezevenk için kendini astırmaya değmez!”


Cahit Sıtkı


Cahit
Sıtkı askerliğini yedeksubay olarak yapmak üzere birliğine gider.O
yıllarda yedeksubay sayısı az olduğundan her yedeksubaya emir eri
verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini
ister.Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker.Abbas oğlu
Abbas..Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas..Talim
bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister.Öğle saatlerinde kapı
çalınır.Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp;
-Abbas oğlu Abbas Emret komutatan!.. der..





Aralarında söyle bir konuşma geçer.
-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
-Sen benim emir erim olurmusun?
-Sen bilir komutan!.






Askere eşyalarını toplamasını ister ve kendi evinin altındaki boş yere
taşınmasını ister.Zamanla askerin zekiliği sıcakkanlılığından
etkilenir.Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı
hazırlar.Öğle yemeğini sormadan hazırlar.Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir
istek gelmeden düşünüp yerine getirir.Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın
kıyafetlerini ütüler hazırlar ve evin temizliğini yapar..






Akşamları olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri
hazırlar..Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir
dostluk bağı oluşur.Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz
yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı..Zaman zaman karşısına alıp derleşir
ve bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder..






Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar
Abbas..Araları ndaki duygu bağları güçlenir.Böyle bir keyf geçesi
akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;





-Sen İstanbul'u bilirmisin Abbas?
-Bilir komutanım..
-Orda bir Beşiktaş var bilirmisin?
-Bilir komutan!.Ben orda acemi birlikteydim. .
-Orda benim bir sevgilim var..Sen bana kaçırıp onu getirirmisin?
-Elbet komutan!





Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki..Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş traş olmuş hazırlanmış.Cahit Sıtkı sorar;
-Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
-Ben istanbula gidecek komutan!..
-Ne yapacaksın sen İstanbulda?
-Sen söyledi bana..Ben gidecek sana Sevgiliyi getirecek!..






Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp
kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı..Fakat bu mert askerin, yüreği
sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır..






Akşam olur..Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbası karşısına
oturtur..Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme
döker!......





Haydi abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.





Cahit Sıtkı TARANCI


Temel nişanlısı...



Temel nişanlısı Fadime ile fındık tarlalarını geziyormuş.
- "Bak Fadime" demiş, "bütün bu tarlalar benim. Ama bir tanecik fındık koparırsan, seni oraya yatırırım ona göre"..!
Bunu duyan Fadime'nin gözleri parlamış, hemen koşup bir tane fındık kopartmış.
Temel sözünün eri ya, Fadime'yi fındık ağacının altına yatırmış. Bu
cezadan memnun kalan Fadime, üstünü başını toparlayıp, ayağa kalkar
kalkmaz bir fındık daha kopartmış. Temel bir kez daha... Bir fındık
daha...
Temel 5. fındıktan sonra, perişan ayağa kalkmış. Bitkin bir halde Fadime'ye dönüp:
- "Bak Fadime" demiş, eliyle tarlalari göstererek:
- "Burdan sonrası Fiskobirliğin


TÜRK ORDUSU NEDİR BİL.........


1. Diyanet'in dışında imam kadrosu olan tek kuruluştur. Ordu ordugâhı içinde camisi olan birlik çoktur.
2. Türkiye'ye süper mağazacılığı öğreten ve yurdun en ücra köşelerine
kadar bu hizmeti verendir. Ordu Pazarları'nı yar etmediler.
3. Sosyal hakkı en güzel veren yürüten ve kollayandır.
4. Ordu Yardımlaşma; birikmiş parasını Türk sanayisine hizmet için
verendir. Renault otomobil ve diğerleri... Hiçbir kamu kuruluşu personel
parasıyla bunu yapmamıştır.
5. Milli Eğitim Bakanlığı'yla yarışacak kadar okuma¬yazma öğretmiştir. 'Ali Okulları'. Burdur Er Eğitim Tugayı en ünlüsü...
6. Orman İdaresi'nden çok ağaç dikmiştir; birisi bile yanmamıştır.
7. İlk ehliyet alanların tümü askerde araç sürmeyi öğrenmiştir. Ordudaki Ulaştırma Birliği, dünyanın en büyük sürücü kursudur.
8. Oto bakımı ve tamirini bu millet 'Ordu Donatım'larda ve kademelerde öğrenmiştir.
9. Ayakla çiğnemeden ekmek yapmayı fırınlara Ordu Ekmek Bölükleri öğretmiştir.
10. En çok terziyi ordu dikimevleri yetiştirmiştir.
11. Eğlenmeyi, tatil yapmayı, yaşamayı bu milete orduevleri ve kampları
öğretmiştir. Oysa her kuruluşun kampı ve sosyal tesisleri ve
misafirhaneleri vardır ama yaşatamamışlardır.
12. Türkiye 'çok acil'i kullanırken ordu 'ivedi'yi kullanacak kadar Türkçesine sahiptir ve yaşatanıdır.
13. Türk ordusu silah ve cephane demek değildir sadece... Tüm yaşam araç ve gereçleri için vazgeçilmez dev bir kuruluştur.
14. Çoğu kitaplarda taharetin küçük taşlarla yapılması anlatılır. Er
eğitim tugaylarındaki tüm tuvaletler bu yüzden tıkanırdı. Bu ordu
milletine taharetlenmeyi öğretmiştir. Burdur Er Eğitim Tugayı'nda usta
erlere tuvalet nöbeti tutturup da cebinde taşla helaya girmesinler diye
alınan tedbirleri denetleyen biri olarak biliyorum.
15. Etek ve koltuk altı temizliğinin kontrol edilip öğretildiği yerdir ordu...
16. ABD'nin sadece Vietnam'da, Fransa'nın sadece Cezayir'de, Rusların
sadece Katyn'de (Polonya) katlettiklerinin binde biri Türk ordusunun
şerefli tarihinde yoktur.
17. Bunların hepsi bir yana; dostu düşmanı bilir ki ordunun bir diğer adı 'Muhammed'in Ocağı'dır.
Bütün bu saldırılar bu mükemmelliğedir. Bütün bunlar bu güzellikler
toplamına olan kıskançlıktır. 'Askerde adam olmak' sözünün, Anadolu'nun
dilinden kazınamaması bu yüzdendir.





PROF. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hocanın Türk ordusu ile ilgili tespitleri


Meksika ve El Salvador


Meksika
ve El Salvador’da yaşayan Nahua yerlilerine ait bir dua bu”.Öyle
özgürleştirici, öyle güzel bir metin ki Türkçe’si de böyleymiş:





Annemi ve babamı; bilmeyerek yaptıkları hataların sorumluluğundan ve suçluluğundan azat ediyorum…
Çocuklarımı, beni gururlandırmaları gereği inancından azat ediyorum ki;
sadece kendi kalplerinin onlara seslendiği yöne doğru rahatlıkla
gidebilsinler.
Eşimi; beni tamamlaması mecburiyetinden azat
ediyorum. Ben eksik değilim; çevremdeki her canlıdan, her an yeni bir
şey öğreniyorum.
Ailemin atalarına ve büyük ebeveynlerime; benim şu
anda hayatta olmamı sağlayacak şekilde var oldukları için teşekkür
ediyorum. Onları geçmiş hatalarından, tamamlanmamış arzularından azat
ediyorum. Her birinin, zamanın ve koşulların gerektirdiği en doğru
şekilde davranmaya gayret ettiğinin farkındayım. Onları seviyor ve
onurlandırıyorum.
Kimseden saklayacak bir şeyim olmadığı gibi kimseye bir borcum da yok. Kendim, olduğum gibiyim.
Kalbimin bilgeliğini izleyerek ve kendime dürüst olarak yaşam yolumu
yürürken huzurumu ve mutluluğumu gölgeleyebilecek olan görünen ya da
görünmeyen tüm bağların sorumluluklarından kendimi azat ediyorum.
Kendi huzurum ve mutluluğum yegâne sorumluluğumdur.
Ötekilerin beklentilerini karşılamak üzere yüklendiğim tüm rollerimi bırakıyorum.
Kendimi onaylıyorum ve kendime saygı duyuyorum.
Benim ve senin içimizdeki yüceliği selamlıyorum ve hatırlatıyorum: Biz özgürüz.”


1 Mart 2019 Cuma

Newyorkta


Newyorkta ikiz kuleler yıkılmadan önce bir adamla bir kadın kulelerin tepesinde akşam yemeği yiyorlarmış. Romantik bir yer,
ortam süper, Newyork acayip güzel, kemancılar, yemek... her şey süper... kadın mest... başlamışlar muhabbete.. adam konuştukça kadın hayran, adam konuştukça kadın hayran.. adam en sonunda konuyu yatağa getirmiş:
-Yatalım mı?? demiş..
Kadın, birden ayağa kalkmış;
-Lanet olsun size, bütün erkekler aynısınız.. aklınız fikriniz yatakta deyip kendini camdan aşağıya atmış..
65. katta bir İngiliz camı açmış hava alıyor.. bi bakmış ki kadın düşüyor.. kadını belinden yakalamış..;





-Napıyorsun?? demiş.. Kadın ağlamaklı;
-Yaşamak istemiyorum.. demiş.. İngiliz;
-Olur mu hiç, hayat güzel, bak, seninle Londraya gideriz..





Kadın;
-eee sonra? demiş..
İngiliz;
-Orada benim şatom var
- eeee sonra??
-Atlara bineriz, av partilerine katılırız..
-eee, sonra?
-en güzel viskileri içeriz





- sonra??





-Şöminemizin karşısına geçeriz..
-eee??
- sonra da yatarız .. demiş İngiliz..
Kadın yeniden ağlamaya başlamış;





-Allah kahretsin, bütün erkekler aynısınız,lanet olsun, aklınız fikriniz yatakta, demiş ve atmış kendini camdan aşağı..
45. katta bir Fransız balkonda hava alıyor.. bi bakmış kadının biri düşüyor,





hemen kadını belinden yakalamış;
-Napıyorsun? demiş..
Kadın ağlamaklı;
-nefret ediyorum, yaşamak istemiyorum, hayat çok kötü.. demiş..
Fransız;





-olur mu.. hayat çok güzel.. seninle Parise gideriz..
-eee, sonra??
-cafelerde otururuz..
-ee, sonra?? demiş kadın..
-şanzelizede otururuz..
- sonra??





-en güzel yemekleri yeriz.. en güzel şarapları içeriz..
-eee??
-sonra, müzeleri gezeriz, elele tutuşup Eyfele çıkarız..
-eee,sonra?? demiş kadın..
-ordan benim çiftliğime geçeriz..





-eee,sonra??
-yıllanmış bi şarap açarız..
-sonra??
-şarabımızı içeriz..
-eee??





-sonra da yatarız.. demiş Fransız..
kadın yine ağlamaya başlamış;





-lanet olsun size.. bütün erkekler aynısınız, aklınız fikriniz yatakta, deyip





kendini tekrar camdan aşağıya atmış...
18.katta Temel balkonda hava alıyor... bi bakmış kadının biri düşüyor..





yakalamış belinden hemen;
- ne ediysun?? demiş..
kadın ağlamaklı;





-yaşamak istemiyorum.. demiş..
Temel;





-olur mu, hayat çok güzel daa.. demiş..
-seninle Rizeye gideriz..
-ee, sonra??





-ee,





- çay toplaruk..
-ee, sonra??
-yaylaya çıkaruk..
-ee, sonra??
-ee, horon teperuk..
-ee,sonra??
-baktuk sıkılduk,deniz kenarına ineruk..
-ee,sonra??
-denize açıluruk..
-ee,sonra??





-ee, hamsi tutaruk..





-ee, sonra??
-hamsi tava yeruk..
-ee,sonra??
-hamsi buğlama yeruk..
-ee,sonra?
-hamsikoli yeruk..
-ee,sonra??
-hamsili pilav yeruk..
-ee,sonra





-hamsi çorbası içeruk..
-ee,sonra??
-hamsi reçelu yeruk..
-ee,sonra??
-hamsili ekmek yeruk...
-ee,sonra??
-hamsi çorbası içeruk..
- eeee, yani yatmıycak mıyız..? demiş kadın.
Temel kadına bakmış;





-Orospii!!! demiş, atmış kadını aşağıya..


BÖYLEDE ŞİİR YAZILIR MI....


HESAPLAR BENDEN
Usta bana iki yürek arası
Biraz sevda sarıver
Ama, içinde acı olmasın.
Sosunu da mutluluktan sürüver
Tadı damağımda kalsın.
Yanına bir şişe de şarap aç
İstemem çerez falan
Mezesi şiir olsun.

Aşk Cemal Süreya ’dan
Özgürlük Nazım ’dan olsun.
Savursun küfürleri Can Baba
Kötülerin gelmişine geçmişine..
Ataol Behramoğlu
"Ne çok hain var" desin bu ülkede.
Ve Orhan Veli,
İstanbul ’u anlatsın bize
Gözleri kapalı ..
Özdemir Asaf ’ı da unutma ha..
Anahtar onda.
Sonra kalırız dışarda.

Şükrü Erbaş’ı, Abbas Sayar’ı
Rıfat Ilgaz’ı ,Ahmet Arif ’i
Hele de
Hasan Hüseyin,
Olmazsa olmazıdır
Kavganın direnişin.
Sevdiğim bütün şairleri istiyorum
Bu gece.
İçelim birlikte şiirin şerefine
İşte o demde,
Değmeyin benim keyfime.
Ve en güzel şarkılar,
Eşlik etsin arka fondan
İçinde ayrılık hasret olmayan.

Gel otur yanıma usta
Yalnız gitmez bu meret
Kendine de söylemeyi unutma
Kafamız güzel olunca,
Güler ağlarız birlikte.
Bitince gece,
Sızarız bir köşede.
Ama itiraz istemem
Bütün hesaplar benden...

-MELAHAT ÇETİNKAYA


Yaşlıca bir adam


Yaşlıca bir adam yanında çok güzel genç bir kadınla pahalı mücevherler satan dükkana girer…





Yaşlı adam;





─ Pırlanta bakacağız! der.





Satıcı vitrinden 4 bin dolar değerindeki pırlantayı gösterir.





Yaşlı adam suratını buruşturur;





─ Lütfen en değerli pırlantanızı gösterin! der.





Satıcı bu sefer kasadan bir yüzük çıkartarak uzatır;





─ Bu, en değerli yüzüğüm, 120 bin dolar!





Yaşlı adamın genç ve çok güzel olan sevgilisi, yüzüğe bayılır.





Yaşlı adam çek defterini çıkarıp 120 bin dolarlık bir çek yazar;






─ Bugün cumartesi. Bankalar kapalı. Çeki size bırakıyorum. Pazartesi
sabahı bankama telefon edin. Çekin karşılığını aldıktan sonra, çekin
üstünde yazılı olan telefonumdan beni arayın. Biz de gelip yüzüğü
alırız.





Pazartesi sabahı mücevherci, yaşlı adamı arar;





─ Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Hesabınızda hiç para yokmuş!





Yaşlı adam;
─ Sen yüzüğü dükkânında sakla. Çeki de yırtabilirsin. Sayende şahane bir hafta sonu geçirdim.


Genç bir adam


Genç bir adam süpermarkette dolaşırken yaşlı bir kadının kendisini
izlediğini fark eder. Fazla umursamadan alışverişine devam eder.





Bir şeyler alır ve kasaya gelir. Bu sırada yaşlı kadın adama;





─ Size bakmamdan rahatsız oldunuz ama yeni ölen oğluma çok benziyorsunuz bu yüzden size bakıyorum, der.





Bunun üzerine adam üzülerek;





─ Oğlunuzu kaybetmenize çok üzüldüm. Yapabileceğim bir şey varsa çekinmeyin söyleyin, der





Yaşlı kadın da;





─ Marketten çıkarken bana güle güle anne derseniz bu beni çok mutlu eder, der.





Ve kadın marketten çıkar. Adam da ona;





─ Güle güle anne, diyerek veda eder.





Kasadaki tezgahtar alışverişinin 100 Lira tuttuğunu söyler.





Adam şaşırır ve





─ Ama nasıl olur, ben sadece bir kaç ufak şey aldım, diye itiraz eder.





Bunun üzerine tezgahtar kız;





─ Anneniz onun aldıklarını da sizin ödeyeceğini söyledi.


Diyarbakır'ın Bir Dağ Köyünde



Diyarbakır'ın bir dağ köyünde ilköğretimde görev yapan öğretmen Matematik dersinde ;
– Bir kasada şu kadar çilek varsa, 10 kasada kaç çilek vardır? Diye öğrencilerine bir soru soruyor.
Öğrenciler:
– Öğretmenim çilek ne? Diyorlar.
Öğretmen:
– İşte çocuklar çilek. Diyor.
– Biz hiç çilek yemedik. diyorlar.
Bunun üzerine öğretmen pes etmiyor, oturup Bursa’daki tarım firmalarına toprak numunesi yolluyor ve diyor ki;
– Bu toprakta çilek yetişir mi ? diyor.
Bursa’daki firmalardan cevap geliyor.
– Evet Diyarbakır şartlarında çilek yetişir.
Hatta mektubun yanında çilek fideleri ve yetiştirme şeklini anlatan bir
tarif yolluyorlar. Öğretmen öğrencilere okuyor nasıl yetiştirileceğini,
çıkarıyor bahçeye ve diyor ki:
– Bu sene size matematikten sınav yok.
Öğrenciler:
– E nasıl not alacağız öğretmenim?
Hepsine bahçeyi kazdırıp, çilekleri diktirip, can sularını verdikten sonra her birine dörder çilek fidesi verip:
– Şimdi gideceksiniz evinize anne babanıza ben size nasıl öğrettiysem sizde onlara öyle öğreteceksiniz.
Çocuklar gidiyorlar evlerine hepsi anlatıyorlar ve çilekleri dikiyorlar ve öğretmen diyor ki:
-Çilek mevsimi gelince getireceksiniz tabakta on tane çileğe bir not alacaksınız.
Çocuklar tabaklarla getiriyorlar, çilekleri sayıyor öğretmen, eksik olanlara da tam not veriyor ve sonra diyor ki:
– Çocuklar nasılmış tadı?
Öğrenciler:
-Valla ucunda not vardı diye yiyemedik.
– Hadi bakalım yiyin. Diyor öğretmen.
Çocuklar ağızlarını burunlarına bulaştıra bulaştıra yiyorlar çilekleri.
Aradan iki yıl geçtikten sonra çilek girmemiş o köyün halkı şu anda
Diyarbakır’ın pazarında çilek satıyorlar.
Şimdi düşünüyorum da,
öğretmen olmak bu işte gerçekten… Tahtada müfredat anlatmak değil…
Bulunduğun yere, bulunduğun ülkeye, okula bir şeyler katmak…


Ölümse Gülümse


Yıllar önce adı böyle olan bir kitap okumuştum.
Ölümün son olmadığını, yeni bir hayata doğmak olduğunu anlatıyor, eğer
Allah'ın sevgili kullarından isek, asude bir bahar ülkesinde sonsuza
kadar huzurlu ve mutlu yaşayacağımızı söylüyordu.





Eşimi toprağa vereli beş gün oldu.
Acımı hafifletmek için hep bu iki kelimeyi, "Ölümse Gülümse."sözünü düşünüyorum.





Yakınlarımızın ölümü karşısında gülümseyebiliyor muyuz?
Tabii ki hayır.
Onun her türlü hali her an aklımızda oluyor, özeleştiri yapıyoruz, ona
gerekli ihtimamı göstermekte kusurum oldu mu diye düşünüyoruz.
Kendimizde suç bulduğumuz oluyor.





Şimdi çıksa gelse, dizinin dibinden hiç ayrılmam, ömrümü ona hizmetle geçiririm diyorsunuz.





Ama ne çare ki giden geri gelmiyor, size sadece anılar ve biraz da pişmanlıklar kalıyor.





Ölüme gülümseyemiyorum ama geçmiş zamanda hayata birlikte gülümsediğimiz günleri özlüyorum.


Garip bir aşk hikâyesi


Bu olay, bundan yarım asır önceydi.
Aşağıdaki fotoğrafı çektirdiğimde de Harbiye ikinci sınıf öğrencisiydim.
Evimiz Ankara Çankaya'da olduğundan hafta sonları evci iznine çıkıyordum.





Oturduğumuz binadaki bir dairede de Pakistan'lı bir aile kiracı olarak bulunuyordu.
Adam Pakistan elçiliğinde memur imiş, karısı Cihan hanım ev kadınıydı
ve Jasmin adında, benimle yaşıt çok güzel bir kızları vardı.
Ben ona Yasemin diyordum.





Yasemin, esmer uzun boylu, her zaman güleç, şen şakrak bir kızdı.
Rengârenk ipekli kumaşlardan ve tüllerden oluşan ve "Sari" denen milli
kıyafetini türlü takılar incik boncuklarla daha da gözalıcı hale
getirir, burnunun yanındaki tektaş hızmasının parıltısı, bakanların
içini hop ettirirdi.
Ama en dikkat çeken özelliği, sımsıcak, geniş gülüşü ve bu gülüşle ortaya çıkan inci tanesi gibi dişleriydi.





Kendi ana dili Urdu dili yanında İngilizceyi de ana dili gibi konuşuyordu ki benim asıl ilgimi çeken yönü buydu.
İngilizcemi ilerletebilmek için Yasemin ile bol bol pratik yapmam gerektiğini düşünüyordum.
Kesinlikle başka bir niyetim yoktu yemin ederim.





Haftalar haftaları kovalıyor, ben evimize geldikçe Yasemin ile arkadaşlığımız pekişiyordu.
Cumartesi öğlenleri gelişimi balkonda bekler, beni görünce yüzünde hoşgeldin tebessümü belirirdi.
Bilirdim ki daha bir saat bile geçmeden annesi ile bize damlayacaklar.
Bu gelişlerinde Cihan hanım eli boş gelmez, muhakkak kendi yaptığı Pakistan'a özgü sütlü tatlılardan getirirdi.
Yasemin ile İngilizce sohbetlerimizde, Karaçi'yi, evlerini
arkadaşlarını anlatır, ama yine de oraları çok özlemediğini, Türkiye'yi
ve Türkleri daha çok sevdiğini söylerdi.
Bu sohbetlerde aklıma arasıra muzırlıklar da gelmiyor değildi ama kendimi o konulara kaptırmamalıydım nemelâzım.
Zira o zamanlar subayların yabancı eş edinmeleri yasaktı ve bu yola tevessül edenlerin askerlik mesleğiyle ilişiği kesiliyordu.





Bir hafta sonu Yasemin'e sinemaya gideceğimi söyledim.
Annesinden izin alabilirse kendisinin de benimle gelmek istediğini
söyledi, babası gelmeden önce evde olmak koşuluyla izin kopardı ve
birlikte Tunalı'daki bir sinemaya gittik.
O zamanlar Harbiye öğrencilerinin hafta sonu izinlerinde sivil kıyafet giymeleri yasaktı.
Her yere resmi elbise ile gitme zorunluluğu vardı, sivil giyenler görüldüğü takdirde 28 gün oda hapsi cezası veriliyordu.
Verilen 28 gün oda hapsi cezası da bir seferde infaz edilmiyor, hafta
sonları ikişer gün olarak yatılıyor, cezanın bitmesi 14 haftayı
buluyordu.
Bunu bilmeme rağmen arasıra kaçamak sivil giyiniyordum ve Yasemin ile sinemaya giderken de sivil giyindim.
Zira yanında rengârenk milli kıyafetiyle yabancı bir kız bulunan üniformalı bir Harbiye talebesi çok dikkat çekecekti.
Uzatmayım, sinemadan sonra eve dönerken komutanlarımızdan Üsteğmen
Galip beni gördü, Yasemin'i de şaşkınlıkla süzdü ama bişey demedi,
sadece "Yaktım şimdi çıranı" anlamında başını salladı geçti gitti.

Bütün keyfim kaçmıştı, zira Galip Üsteğmen zaten bana biraz gıcık
gidiyordu, şimdi eline geçen bu fırsatla muhakkak 28 günü dayar, evci
çıkma hakkım da kaldırılırdı.
Nitekim korktuğum kısmen başıma geldi.
Şöyle ki, Galip Üsteğmen, bölük komutanımız Alper Soykan Yüzbaşıya
durumu bildirmiş, Yüzbaşı beni çağırdı, önce bir güzel azarladı, "sivil
giyindiğin yetmiyor, üstelik yanında ecnebi bir kız varmış, ben şimdi
sana ne yapayım, 28 gün hapis versem evciliğin de kalkacak..."dedi.






Belli ki bana bu cezayı vermek istemiyordu, zira iyi bir öğrenciydim,
ayrıca Yüzbaşının amcası İdris Soykan'ın bizim köyde yaşadığı, daha
önceki bir konuşmamızda ortaya çıkmıştı.
Neticede bana torpil geçti ve iki hafta sonu izinsizlik cezası ile konu kapatıldı.






İki hafta sonu eve gidemedim, evdekilere de yoğun sınavlar nedeniyle
okulda kalıp ders çalışacağım diye bir bahane uydurdum ama Yasemin'i de
özlemiştim galiba.





İki hafta sonra eve geldiğimde Yasemin balkonda değildi, ilk defa oluyordu bu, eve girdim, annem de bir tuhaftı.
"Al oku..."diye Günaydın gazetesini önüme koydu.
"Pakistanlı Jasmin Kayıp" diye bir haber vardı gazetede.
Yasemin'in bir fotoğrafı ile annesi ile babasının perişan haldeki durumlarını gösteren fotoğraflarını da koymuşlardı.






Meğer babasının sürpriz bir tayini çıkmış, Karaçi'ye dönmeleri
gerekiyormuş, evi boşaltmışlar, uçak biletlerini almışlar ama tam
gidecekleri gün Yasemin sırra kadem basmış.
Dondum kaldım, bişey diyemedim.
Nereye gitmiş olabilirdi bu kız, kaçırılmış mıydı yoksa?
Zira gelip geçen taksi ve dolmuş şoförlerinin de balkonda gördüklerinde ona korna çalıp askıntı olduklarını biliyordum.






Babası gidip Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dan kızının bir an önce
bulunması için yardım talep etmiş, Sunay duruma el koymuş, bu meyanda
herhalde benimle arkadaşlığı da konu edilmiş olmalı ki okulda ben de bu
konuda sorguya çekildim amirlerim tarafından.
Hatta ertesi hafta
sonu izinli çıktığımda, arkadaşlarla buluşup gezmek için babamın
arabasını alıp evden şöyle birkaçyüz metre uzaklaşmıştım ki polis
çevirdi ve hakkımda ihbar olduğunu söyleyip arabayı bagaj dahil aradı.





Kayboluşundan iki hafta sonra Yasemin ortaya çıktı.
Yine Günaydın gazetesinden okuduğuma göre kaçırılmamış, kaçmış.
Ailesi ile Pakistan'a dönmek istemiyormuş, Türkiye'yi ve Türkleri çok
seviyormuş, amacı burada kalıp bir Türk ile evlenmekmiş, bu nedenle
önceden tanıdığı yaşlı bir kadının evine gizlenmiş ama ailesinin perişan
durumunu ve kendisini bulmadan dönmeyeceklerini görünce ortaya çıkmış.
Ailesinin kızlarını aldıkları gibi Karaçi'ye uçtukları da yazıyordu gazetede.





Bu olaydan birkaç ay sonra "Karaçi" damgalı bir mektup aldım.
İngilizce olarak çok düzgün bir elyazısı ile kaleme alınmıştı.
Yasemin'den geliyordu...






Karaçi'deki mutsuzluğundan ve umutsuzluğundan bahsediyor, eğer olumlu
cevap verecek olursam bir yolunu bulup Ankara'ya geleceğini söylüyordu.
Bu mektuptan, ailesiyle dönmek istemeyip neden ve kimin için saklandığı da anlaşılıyordu.
Bir de dört yapraklı yonca koymuştu zarfın içine.
Halâ durur bende o dört yapraklı yonca...
Mektubu katlayıp tekrar zarfa koydum, balkona çıktım, eğilip bir
zamanlar yolumu beklediği, bana sıcacık gülümsediği, şimdi bomboş olan
balkona baktım ve sanki oradaymış gibi dudaklarımdan şu kelimeler
döküldü:
"Ah be Yasemin...Şimdi mi söylenir bu?.."





Şimdilerde bana deseler ki yurtdışında en çok nereyi görmek istersin?
Karaçi derim...
Sebep?
Sebebi yok...işte öylesine...


Pederin biri


Pederin biri apandisit ameliyatı olmak için hastaneye yatmış.Bu
esnada doğum yapmak üzere bir hayat kadını acile gelmiş ve doğum yapmış,
doktorlara;
-"Ne olur bu çocuğa bakın,ben onu büyütemem! " demiş ve hemşire yanında yokken hastaneden kaçmış.






Doktorlar ne yapalım diye düşünürlerken akıllarına bebeği rahibe
kakalamak fikri gelmiş. Ameliyatından sonra rahip kucağında çocuğu
görünce şok olmuş. "
Ama ben erkeğim" falan dese de doktorlar ona bunun bir mucize olduğunu, erkek olmasına rağmen doğum yaptığını söylemişler.
Peder de çocuğu alıp büyütmüş. Çocuk ona yıllarca "baba, baba" dedikçe
rahibin yüreği sızlıyormuş. Bir gün dayanamamış ve çocuğu bir kenara
çekmiş;
-"Yavrum bak ben senin baban değil, annenim, senin baban başrahip Jones"...


ITALYAN HAKİM


ITALYAN HAKİM, İDAM KARARI VERMEDEN ÖNCE ÖMER MUHTAR'A SORAR:
İtalyan Devleti'ne karşı savaştınız mı?
Ömer Muhtar: Evet
İnsanları İtalyan Devleti'ne karşı savaşmaya teşvik ettiniz mi?
Ömer Muhtar: Evet
İtalya'ya karşı kaç yıl savaştınız?
Ömer Muhtar: Yaklaşık 20 yıl
Yaptıklarından dolayı pişman mısınız?
Ömer Muhtar: Hayır
İdam edileceğinizi biliyor musunuz?
Ömer Muhtar: Evet
Hakim şaşırdı:
Sizin gibi birisi için böyle bir son, çok üzücü
Bunu duyan Ömer Muhtar şöyle dedi:
Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol.
Hakim daha sonra,
Mücahidlere cihadı durdurmalarını
Emreden bir emirname yazması halinde
O'nu beraat ettirmek ve ülke dışına sürgüne göndermek istedi. Bunun üzerine Ömer Muhtar,
O meşhur sözlerini söyledi:
"Her namazda Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed(s.a.s.)'in de O'nun resulü olduğuna şehadet eden parmaklarım, asla yanlış bir şey yazamaz!
Bizler teslim olamayız.
Ya kazanırız ya da ölürüz!"
Biz ölsekte kazanırız ve siz kaybedersiniz.
Fakat acı olan siz bunu ancak öldüğünüzde anlarsınız ve bunun size bir faydası olmaz..!
Ömer Muhtarı ölüm yıldönümünde Rahmetle anıyoruz!


Mazhar Osman



Mazhar Osman'daki Hasta odalarından gelen gürültü nedeni ile odasında
terapi yapamayan Başhekim, yardımcısını çağırıp şunları oyalayacak bir
şey yarat da gürültüyü kessinler demiş.
Yardımcısı "peki hocam" demiş ve gitmiş.
Aradan epeyi bir zaman geçtikten sonra bakmış ses seda yok merak edip
gitmiş ve hasta koğuşunun kapısını hafifçe aralayarak kafasını uzatıp
bakmış.
Önde yardımcı arkasında hastalar yatıp kalkıp namaz
kılıyorlar, hoşuna gitmiş gülümseyerek sessizce kapıyı kapatıp
mutlulukla odasına dönmüş.
Bir müddet sonra Başhekimin odasının kapısını açan Yardımcı Doktor elleri belinde oflaya poflaya içeri girmiş ve
"Hocam 300 rekat oldu sırtım belim tutuldu, acaba azıcık dinlensem mi?" demiş.
Başhekim
"Şimdi onları sessizce dışarı al 'Kabeyi Tavaf ediyoruz' diye binanın etrafında usul usul döndür " demiş
Yardımcısı
"Baş üstüne Hocam" demiş ve gitmiş.
Kısa bir süre geçtikte sonra Başhekimin Camından içeri taşlar yağmaya
başlamış. Peşinden de kapısı açılmış yara bere içinde önde yardımcı
arkada deliler Başhekimin kapısından içeri dalmışlar.
Yardımcı feryat figan içinde
- Yetiş Hocam...! "Şimdi en keyiflisi, Araf da Şeytan taşlama safhası" diye tutturdular


Kendi Kendiyle Dalga Geçebilen Aşmış İnsanlar...








Aslında insanın kendisiyle dalga geçebilmesi gerçekten yetenek isteyen
ve oldukça da zor bir olay. Ve bunu başarabilen insanlara hem özenmek
hem de takdir etmek için bir çok neden var. Öncelikle bu insanlar; öz
farkındalıkları yüksek, kendi olabilmeyi gerçekleştirebilmiş kişilerdir.
Karakterleri veya fizikleri ile ilgili olumlu, olumsuz tüm
özelliklerinin farkındadırlar ve bunların, artısıyla eksisiyle bir
kişiyi kendisi yapan şeyler olduğunun bilincindedirler.





Bu yüzden de kendileriyle barışık, pozitif ve komplekssizlerdir. Doğal olarak özgüvenleri de yüksektir.
Her ne kadar bu tarz kişilerin; aslında beğenmedikleri özelliklerini
kompleks yaptığı, bunu da bu yöntem ile bastırmaya çalıştığı söylense
de, bir insanın gerçekten kendi ile dalga geçebilmesi öncelikle kendi
ile barışık olmasından geçer.





Zaten diyelim ki öyle bile olsalar, sürekli başkaları ile dalga geçen insanlardan çok daha sağlıklı bir ruh haline sahiptirler.





İlk etapta ya bu kendine laf ediyor saf galiba diye düşünseniz de, aksine ciddi anlamda zeki kişilerdir.






Bir kere daha böyle yaparak, kendilerini eleştirecek herhangi birinin
hevesini direk çat diye kırıveriyorlar. Üstüne bir de eğleniyorlar!





Genel olarak insanlar bu duruma pek alışık olmadığı için, çoğu zaman etrafındakilerin tuhaf bakışlarıyla karşılaşırlar.
- Ya bir dakka bu şimdi kendini mi gömdü bana mı öyle geldi denir.





Ancak bu insanlar tuhaf ya da garip değil, sadece kusursuzluk saplantısından kurtulmuş eğlenceli kişilerdir.






' Nasılsa, bu kendine laf ediyor, ben de onun üzerinden bir kaç espri
yapayım' diyerek tepelerine çıkmaya çalışırsanız lafı anında ağzınıza
tıkayacak kadar da hazır cevaptırlar.
Kendileri hakkında espri
yapmaları size de bu fırsatı verdikleri anlamına gelmez, bu durumu
suistimal ettiğinizi hissettikleri anda tek bir cümle ile sizi tokat
yemişe çevirebilirler.





Hayata daha renkli ve eğlenceli bir pencereden bakarlar.
Sonuçta yaptıkları aptallıklar ve hatalarıyla dalga geçebilen insanlardan bahsediyoruz.





Başkalarının kendileri ve hayatları hakkında ne düşündüğünü umursamadıkları için içlerinden geldiği gibi davranırlar.
Bu insanları aynı zamanda; 'Beraber saçmalanabilen' insanlar kategorisine de dahil edebilirsiniz.





Şakacı ve rahat görüntülerinin altında bütünsel ve olgun bir karakter yapıları vardır.





Hayatın iyi ya da kötü getirdikleriyle gülerek başa çıkma yolunu seçmişlerdir.
Bu, bir anlamda da onların kendilerini koruma mekanizmalarıdır.






Samimi ve sıcakkanlıdırlar bir anda kaynaşıverirsiniz ancak negatif
enerji aldıkları insanlara karşı da adeta birer buzdolabı olabilirler.
Ki bu tarz insanlar birinden ciddi anlamda haz etmiyorsa, bir bildikleri vardır ve bu konuda genellikle haklı çıkarlar.





Rahat insan tanımının karşılığı gibidirler, ne kendilerini ne de karşılarındakileri kasmazlar.
Çünkü tek istedikleri herkesin olduğu gibi olmasıdır.





Bu tarz insanlar olur olmaz her olay hakkında komik tespitler yapmak konusunda da oldukça yeteneklidirler.






Kompleks sahibi insanlarda bulunmayan bir özelliktir. Oysa ki kişinin
kendisiyle dalga geçebilmesi hem aslında bir özgüven belirtisidir hem de
başkalarının, o kişiyle kötü niyetli alay edebilme hakkını elinden
almak demektir. Kısaca kendisiyle dalga geçebilen insan medeniyetin bir
tık önünde insandır.





Şüphesiz ki böyle insanların varlıkları, hayatı daha çekilebilir kılar.
(Alıntıdır)


BİR ADAM MİCROSOFT ŞİRKETİNE İŞ İÇİN KONUŞMAYA GİDİYOR .







Girmek istediği iş de tuvalet temizleyiciliği.
HR menajeri ile görüşüp tıkanmış bir lavaboyu temizleyip testten geçiyor.
HR menajeri adama testi geçtiğini, hangi gün saat kaçta iş başı yapması
gerektiğinin kendisine e-mail yoluyla gönderileceğini söylüyor.
Adam, bilgisayarı olmadığını, dolayısıyla e-mail kullanmadığını açıklıyor.
HR menajeri:
"Üzgünüm ama e-mailiniz yoksa siz sanal olarak var sayılamazsınız ve bu yüzden sizi işe alamayız." diyor.
Adam çaresizce dışarıya çıkıyor ve " Ne yapsam, ne etsem...!" diye
düşünürken cebindeki 10 dolar ile 20 kilo kiraz almaya karar veriyor.
Kapı kapı gezerek kirazları satıyor ve 2 saat içinde sermayesini 2 katına çıkarıyor.
" Bu şekilde ekmek paramı çıkarabilirim." diyerek her gün sabah erkenden kalkıyor ve kapı kapı dolaşarak kiraz satıyor.
Her gün sermayesi büyüyor.
Derken küçük bir kamyonet alıyor ve satışa devam ediyor.
Az bir zaman sonra, büyük bir kamyon ve birkaç küçük kamyonet alıyor.





5 SENE GEÇİYOR
Bu adam şu anda Amerika'nın en büyükleri arasında yer alan bir nakliyat şirketinin sahibi.
Bir gün ailesinin geleceğini düşünerek sigorta yaptırmak istiyor.
Sigorta şirketi kendisinden bir e-mail adresi istiyor.
E-mail kullanmadığını söylediğinde sigortacı:
"İlginç, e-mailiniz olmadan büyük bir holding kurmuşsunuz.
Bir de e-mailiniz olsaydı neler yapardınız...! " diyor.
Adamın cevabı:
" E-mailim olsaydı, şu an da Microsoft'ta tuvalet temizliyordum."





Hayatımızdaki bazı olumsuzluklar bizim sıçrama tahtamız olabilir.
Böyle olaylar bize yılgınlık yerine azim vermeli..


REFİK HALİD KARAY








Senede altı kere kandiller ve bayramlar yaklaşırken bizim evde bir
telâş olur, üzüntü çökerdi. Zira o vesilelerle maliye hazinesinden
"maaş-ı umumi" verilirdi. Herkes aylık alacağız ve kandile erip bayrama
ulaşacağız diye sevinirken biz neden şaşalar, afallardık ? Sebebi
şudur..
Bizim aile, nedense, atalarımızdan beri maliye memuruydu ;
babam da o nezarette baş veznedar bulunuyordu. Her umumî maaş günü
maliye gişesinden bütün devlet dairelerine ve maaş sahiplerine 600.000
Osmanlı altını dağıtması lâzım geldiğinden, bu kargaşalık sırasında
yanlışlıkla birkaç yere fazla para verilerek açığımız çıkmasından, bu
açığı da ödemek zorunda kalmamızdan korkardık..
Dile kolay.. 600.000
lirayı, altın, mecidiye, çeyrek ve kuruş olarak binlerce adama birkaç
veznedarla bir günde -ne eksik, ne fazla- tas tamamına sayıp dağıtmak,
akşama kasaları doğru hesapla kapatmak, bu cesareti göze almak için
yürek ister !..
O devirde sıraya girme ve fiş usulü, bölme ve
gereken miktarda gişe, polis korkusu da yoktu. Saraydaki nüfuzlarına
güvenen alelacayip adamlar, Arnavut silâhşörler, harem ağaları,
yaverler, hafiyeler halkı yarıp veznedarların önüne dikilirler, biraz
bekletildiler mi çetrefil lehçeleri veya sıtma görmemiş sesleriyle
demediklerini bırakmazlardı.
Gerçi biz bu çileyi çekerken maliye
nazırı daha müthiş bir çileden henüz çıkmış, mânen sırtüstü uzanmış bir
halde bulunurdu. Zira umumî maaş için gereken 600.000 altını temin
görevi ondaydı. Zaten hemen hemen tek vazifesi de bu değil miydi ? Bütçe
yoktu ki yapsın.. Düzenli bir gelir kaynağı yoktu ki parayı toplasın,
hazırlasın. Haftalarca sağa sola başvurur, aranırdı. Kimden avans
isterdi ? Ya Osmanlı Bankası'ndan, ya Düyunu Umumiye İdaresinden yahut
Tütün Rejisi'nden..
Kulaklar o zaman bu, Frenkçe "avans" sözüyle
dolar, bütün yüksek maliye memurları kelimeyi -anadilden gelmişçesine-
bülbül gibi söyler, papağanca tekrarlardı. Osmanlı İmparatorluğu maliye
nazırının, adlarını saydığım yabancı kuruluşlar nezdinde "yalvar yakar"
oluşu, yüz suyu döküşü, haysiyetini bir paralık etmesi, acıklı bir
manzaraydı..Asıl kötüsü, bir kısmı kendi memleketlerinden kim bilir ne
gibi sebeplerle uzaklaştırılmak veya merkezde işe yaramadıklarından
kayrılmak için Doğu'ya gönderilmiş olan bu maliyeci döküntüler gözümüze
pek büyük görünürlerdi.
Fahiş faizlerle nihayet bu müesseselerden
biri parayı "avans" olarak vermeye güçbelâ rıza gösterdi mi nazırın
sevincine artık hudut çizilemezdi. Doğru mabeyne koşar, başarısını arz
eder, rütbe, nişan alır, mevkiini bir müddet için daha sağlamış olurdu..
İşte yılda altı maaş böyle verilirdi..
Fakat daha fenası, daha çirkini vardı ki, bunu benden başka bilen çok
kişi yoktur : Maliye hazinesi bazen kupkuru, tam deyimiyle meteliksiz
kaldı, öte yandan saraya para lâzım oldu yahut Yemen'den terhis edilip
vapurlarla Boğaz'dan geçen asker, "Padişahım çok yaşa !" feryatlarıyla
ne zamandan beri birikmiş maaşlarını istedi mi, koca imparatorluk
nezareti namına babam Galata sarraflarından bir miktar akçe tedarikine
gönderilirdi..
Bu Rum sarrafların o zamanki Havyar, yani Borsa Hanı
karşısında ufacık dükkanları ve yol üstüne birer camekânları vardı ; her
sarraf gibi para bozarlardı ama ufak tefek mali işlere de girerlerdi.
Bir tanesinin adı, acayipliğinden dolayı, aradan kırk küsur sene geçtiği
halde aklımda kalmış : "Altıparmak".. Gerçekten de iki kardeşin
parmakları altı tane idi. Bir sarrafa altı parmaklı eli çok görmemek,
tabiatın ona bir ihsanı saymak daha doğru..
Maliye nezaretinin,
dolayısıyla Devlet-i Âliye'nin, köşe başı sarraflarından faizle para
alacak bir yoksulluğa düştüğüne inanmak zor ama söylediğim tam
hakikattir ; hattâ şimdi bile, hâlâ yüzümde utanç kızıllığını duyduğum
şüphe götürmez bir gerçek !..
(REFİK HALİD KARAY, "Tan" gazetesi, 11 Nisan 1943)