Bu olay, bundan yarım asır önceydi.
Aşağıdaki fotoğrafı çektirdiğimde de Harbiye ikinci sınıf öğrencisiydim.
Evimiz Ankara Çankaya'da olduğundan hafta sonları evci iznine çıkıyordum.
Oturduğumuz binadaki bir dairede de Pakistan'lı bir aile kiracı olarak bulunuyordu.
Adam Pakistan elçiliğinde memur imiş, karısı Cihan hanım ev kadınıydı
ve Jasmin adında, benimle yaşıt çok güzel bir kızları vardı.
Ben ona Yasemin diyordum.
Yasemin, esmer uzun boylu, her zaman güleç, şen şakrak bir kızdı.
Rengârenk ipekli kumaşlardan ve tüllerden oluşan ve "Sari" denen milli
kıyafetini türlü takılar incik boncuklarla daha da gözalıcı hale
getirir, burnunun yanındaki tektaş hızmasının parıltısı, bakanların
içini hop ettirirdi.
Ama en dikkat çeken özelliği, sımsıcak, geniş gülüşü ve bu gülüşle ortaya çıkan inci tanesi gibi dişleriydi.
Kendi ana dili Urdu dili yanında İngilizceyi de ana dili gibi konuşuyordu ki benim asıl ilgimi çeken yönü buydu.
İngilizcemi ilerletebilmek için Yasemin ile bol bol pratik yapmam gerektiğini düşünüyordum.
Kesinlikle başka bir niyetim yoktu yemin ederim.
Haftalar haftaları kovalıyor, ben evimize geldikçe Yasemin ile arkadaşlığımız pekişiyordu.
Cumartesi öğlenleri gelişimi balkonda bekler, beni görünce yüzünde hoşgeldin tebessümü belirirdi.
Bilirdim ki daha bir saat bile geçmeden annesi ile bize damlayacaklar.
Bu gelişlerinde Cihan hanım eli boş gelmez, muhakkak kendi yaptığı Pakistan'a özgü sütlü tatlılardan getirirdi.
Yasemin ile İngilizce sohbetlerimizde, Karaçi'yi, evlerini
arkadaşlarını anlatır, ama yine de oraları çok özlemediğini, Türkiye'yi
ve Türkleri daha çok sevdiğini söylerdi.
Bu sohbetlerde aklıma arasıra muzırlıklar da gelmiyor değildi ama kendimi o konulara kaptırmamalıydım nemelâzım.
Zira o zamanlar subayların yabancı eş edinmeleri yasaktı ve bu yola tevessül edenlerin askerlik mesleğiyle ilişiği kesiliyordu.
Bir hafta sonu Yasemin'e sinemaya gideceğimi söyledim.
Annesinden izin alabilirse kendisinin de benimle gelmek istediğini
söyledi, babası gelmeden önce evde olmak koşuluyla izin kopardı ve
birlikte Tunalı'daki bir sinemaya gittik.
O zamanlar Harbiye öğrencilerinin hafta sonu izinlerinde sivil kıyafet giymeleri yasaktı.
Her yere resmi elbise ile gitme zorunluluğu vardı, sivil giyenler görüldüğü takdirde 28 gün oda hapsi cezası veriliyordu.
Verilen 28 gün oda hapsi cezası da bir seferde infaz edilmiyor, hafta
sonları ikişer gün olarak yatılıyor, cezanın bitmesi 14 haftayı
buluyordu.
Bunu bilmeme rağmen arasıra kaçamak sivil giyiniyordum ve Yasemin ile sinemaya giderken de sivil giyindim.
Zira yanında rengârenk milli kıyafetiyle yabancı bir kız bulunan üniformalı bir Harbiye talebesi çok dikkat çekecekti.
Uzatmayım, sinemadan sonra eve dönerken komutanlarımızdan Üsteğmen
Galip beni gördü, Yasemin'i de şaşkınlıkla süzdü ama bişey demedi,
sadece "Yaktım şimdi çıranı" anlamında başını salladı geçti gitti.
Bütün keyfim kaçmıştı, zira Galip Üsteğmen zaten bana biraz gıcık
gidiyordu, şimdi eline geçen bu fırsatla muhakkak 28 günü dayar, evci
çıkma hakkım da kaldırılırdı.
Nitekim korktuğum kısmen başıma geldi.
Şöyle ki, Galip Üsteğmen, bölük komutanımız Alper Soykan Yüzbaşıya
durumu bildirmiş, Yüzbaşı beni çağırdı, önce bir güzel azarladı, "sivil
giyindiğin yetmiyor, üstelik yanında ecnebi bir kız varmış, ben şimdi
sana ne yapayım, 28 gün hapis versem evciliğin de kalkacak..."dedi.
Belli ki bana bu cezayı vermek istemiyordu, zira iyi bir öğrenciydim,
ayrıca Yüzbaşının amcası İdris Soykan'ın bizim köyde yaşadığı, daha
önceki bir konuşmamızda ortaya çıkmıştı.
Neticede bana torpil geçti ve iki hafta sonu izinsizlik cezası ile konu kapatıldı.
İki hafta sonu eve gidemedim, evdekilere de yoğun sınavlar nedeniyle
okulda kalıp ders çalışacağım diye bir bahane uydurdum ama Yasemin'i de
özlemiştim galiba.
İki hafta sonra eve geldiğimde Yasemin balkonda değildi, ilk defa oluyordu bu, eve girdim, annem de bir tuhaftı.
"Al oku..."diye Günaydın gazetesini önüme koydu.
"Pakistanlı Jasmin Kayıp" diye bir haber vardı gazetede.
Yasemin'in bir fotoğrafı ile annesi ile babasının perişan haldeki durumlarını gösteren fotoğraflarını da koymuşlardı.
Meğer babasının sürpriz bir tayini çıkmış, Karaçi'ye dönmeleri
gerekiyormuş, evi boşaltmışlar, uçak biletlerini almışlar ama tam
gidecekleri gün Yasemin sırra kadem basmış.
Dondum kaldım, bişey diyemedim.
Nereye gitmiş olabilirdi bu kız, kaçırılmış mıydı yoksa?
Zira gelip geçen taksi ve dolmuş şoförlerinin de balkonda gördüklerinde ona korna çalıp askıntı olduklarını biliyordum.
Babası gidip Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dan kızının bir an önce
bulunması için yardım talep etmiş, Sunay duruma el koymuş, bu meyanda
herhalde benimle arkadaşlığı da konu edilmiş olmalı ki okulda ben de bu
konuda sorguya çekildim amirlerim tarafından.
Hatta ertesi hafta
sonu izinli çıktığımda, arkadaşlarla buluşup gezmek için babamın
arabasını alıp evden şöyle birkaçyüz metre uzaklaşmıştım ki polis
çevirdi ve hakkımda ihbar olduğunu söyleyip arabayı bagaj dahil aradı.
Kayboluşundan iki hafta sonra Yasemin ortaya çıktı.
Yine Günaydın gazetesinden okuduğuma göre kaçırılmamış, kaçmış.
Ailesi ile Pakistan'a dönmek istemiyormuş, Türkiye'yi ve Türkleri çok
seviyormuş, amacı burada kalıp bir Türk ile evlenmekmiş, bu nedenle
önceden tanıdığı yaşlı bir kadının evine gizlenmiş ama ailesinin perişan
durumunu ve kendisini bulmadan dönmeyeceklerini görünce ortaya çıkmış.
Ailesinin kızlarını aldıkları gibi Karaçi'ye uçtukları da yazıyordu gazetede.
Bu olaydan birkaç ay sonra "Karaçi" damgalı bir mektup aldım.
İngilizce olarak çok düzgün bir elyazısı ile kaleme alınmıştı.
Yasemin'den geliyordu...
Karaçi'deki mutsuzluğundan ve umutsuzluğundan bahsediyor, eğer olumlu
cevap verecek olursam bir yolunu bulup Ankara'ya geleceğini söylüyordu.
Bu mektuptan, ailesiyle dönmek istemeyip neden ve kimin için saklandığı da anlaşılıyordu.
Bir de dört yapraklı yonca koymuştu zarfın içine.
Halâ durur bende o dört yapraklı yonca...
Mektubu katlayıp tekrar zarfa koydum, balkona çıktım, eğilip bir
zamanlar yolumu beklediği, bana sıcacık gülümsediği, şimdi bomboş olan
balkona baktım ve sanki oradaymış gibi dudaklarımdan şu kelimeler
döküldü:
"Ah be Yasemin...Şimdi mi söylenir bu?.."
Şimdilerde bana deseler ki yurtdışında en çok nereyi görmek istersin?
Karaçi derim...
Sebep?
Sebebi yok...işte öylesine...