Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
26 Kasım 2019 Salı
Öğretmenliğe Başladığımda
Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar
beliriyor. Takvim, dolma kalem, not defteri.. hiçbirini almadım. “sakın
bana bir şey getirmeye kalkmayın.” dedim. Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme “teşebbüs"leri kesildi.
Bu ilkemi sadece bir kere bozdum.
Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen'in kibritçi kız'ı. Yoksullar arasında en yoksulu ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.
Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor. Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden. Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.
O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.
Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız. Simiti uzattı.
"al, öğretmenim.” dedi.
“biliyorsun” dedim, “ben..”
sözümü kesti.
“yiyeceksin!” diye bağırdı. “sana aldım! sen bizim için neler yapıyorsun!”
simiti elime tutuşturdu. koşarak çıktı.
O simiti yedim. Dünyanın en acı; ama en lezzetli simitiydi.
İyi ki ders arasındaydık. İyi ki çocuklar koridordaydı. İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.
Ülkü Tamer
Bu ilkemi sadece bir kere bozdum.
Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen'in kibritçi kız'ı. Yoksullar arasında en yoksulu ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.
Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor. Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden. Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.
O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.
Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız. Simiti uzattı.
"al, öğretmenim.” dedi.
“biliyorsun” dedim, “ben..”
sözümü kesti.
“yiyeceksin!” diye bağırdı. “sana aldım! sen bizim için neler yapıyorsun!”
simiti elime tutuşturdu. koşarak çıktı.
O simiti yedim. Dünyanın en acı; ama en lezzetli simitiydi.
İyi ki ders arasındaydık. İyi ki çocuklar koridordaydı. İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu.
Ülkü Tamer
Azman Dede
Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin
Mallıcaköyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev
görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes
ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını
almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma
sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır
işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına
bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı . Söz Çanakkale`ye
geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya
başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de
duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :
-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan
Ulusal kültürümüzün gelişmesinde askerlerin rolü
1800 lerde,topografik ,harita,çizim gibi,askeri ihtiyaçların karşılanması maksadıyla resim ,müzik..gibi sanat konularındaAVRUPADAN UZMAN hocalar askeri okullara getirildi.Mustafa KEMALLERİN yetiştiği Kuleli,Bahriye,hatta askeri tıbbıye,askeri mızıka mektebi,Harbiye gibi asker ocaklarından yetişen asker sanatçılar ULUSAL KÜLTÜRÜMÜZÜNDE öncüsü oldular.
.Bunların bazilari cephelerde şehitte düştü
.Şimdi maalesef,aynı zamanda kültürümüzün askeri OCAKLARI kapatıldı.I !
RESİM SANATIMIZ.Diyebilirimki resim sanatımızın ÖNCÜSÜ asker ressamlardır.İbrahim Paşa(İLK RESSAMIMIZ),Şeker Ahmet.Paşa,Hilmi Onatlar,Süleyman Seyyid Bey,şehit Hasan Rıza Bey,Hoca Ali Rıza Bey Burhan Ersan,Sami Yetikler,..daha sayabileceğim daha birçok asker ressam vardır.
MÜZİK: İlk= ÇOKSESLİ MÜZİK= DONİZETTİ PAŞA=askeri mizıka-bando ile BAŞLADI.O.ZekiÖNGÖR (İs.Marşımızın bestecisi.İlkmusiki muallim mektebi kurucusu),Celal Esat Arseven.Muammer SUN(Türk Beşleri.Askeri mızıka okulundandır),Ulvi ERGÜNER(oğlu Em Yrb.H.ERGÜNER Udi),Yesari zade Necip Paşalar,
EDEBİYATIMIZ: Cenap Şahabettin,Ömer Seyfettin,Turgut UYAR,A.KADİR,Behçet AYSAN,Nazım HİKMET(Dz..Harbokulu),Aziz NESİN,Faruk ÇAĞLAYAN,N.Fazıl Kısakürek,Fazıl Hüsnü DAĞLARCALAR......
HEYKELTRAŞLAR: Haydar Günay KRAL,İbrahim Kuvvetli,Ziyaettin Karakartal....
fotoğraf sanatçıları: A.Emin Selvili,Halis Üstündağ...
Elsanatçıları: (Burhan ERSAN(EBRU),Benhur Altınok...
Sinema SAHNE SANATLARI:Hulusi Kentmen,Mahir Özerdem,Orçun SONAT,Salim Dündar,Fikret HAKAN,Ümit Utku,
ZATİ SUNGUR(İLLİZYONİST.Ülkemizin en önemli illizyonisti)..
KARIKATÜRİSTLER:) İhsan Ünlüer,İlkay BALABAN,M.Sait Bilgeler..
Gazeteciler :A.ÖZSEVER,Erdal Şafak,Erol Mütercim,Mete Çubukçular
Aslında her konuyu ayrı arı ele almamız gereken ve burada ismini sayamadığım yüzlerce ASKER SANATÇIDAN bazıları..
NOT:Birçok asker sanatçı da Balkan Kökenlidir ayni zamanda.Zira SELANİK 19.yüzyılda bir DÜNYA KÜLTÜR kentidir.
Ulusal kültürümüzün gelişmesinde çok büyük katkıları olan Asker sanatçılarımıza saygılarımla..
Oktay CENGİZBAY 19.11.2019
resim:askeri Rüştiyede resim dersi
Annen var mı senin?
- Annen var mı senin?
- Var tabiî.
- Ne iş yapar?
- Çamaşıra gidiyor.
- Sen ne olacaksın büyüyünce?
- Ben mi? dedi.
Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de birbirimize baktık.
-Ben, dedi, boyacı olacağım.
- Ne boyacısı?
- Kundura boyacısı.
- Neden kundura boyacısı?
- Ya ne olayım?
- Doktor ol, dedim.
- Olmam, dedi.
- Neden ?
- Olmam işte.
- Neden ama?
- Doktoru sevmem ki.
- Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
- Tabiî sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.
- Ama annen iyileşti.
- Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
- Peki, dedim, öğretmen ol.
- Ben mektebe gitmiyorum ki.
- Neden?
- Öğretmen beni dövüyor.
- Neden?
- Yaramazlık ediyorum da ondan.
- Sen de yaramazlık yapma.
- Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
- Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
- Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının p.çi” dedi. Ben de döğdüm onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının p.çi diye çağırdılar. Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem mektepten koğdular.
- Çok fena yapmışsın.
- Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
- Ne olmak istiyorsun ya?
- Boyacı olacağım dedim ya.
- Var tabiî.
- Ne iş yapar?
- Çamaşıra gidiyor.
- Sen ne olacaksın büyüyünce?
- Ben mi? dedi.
Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de birbirimize baktık.
-Ben, dedi, boyacı olacağım.
- Ne boyacısı?
- Kundura boyacısı.
- Neden kundura boyacısı?
- Ya ne olayım?
- Doktor ol, dedim.
- Olmam, dedi.
- Neden ?
- Olmam işte.
- Neden ama?
- Doktoru sevmem ki.
- Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
- Tabiî sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.
- Ama annen iyileşti.
- Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
- Peki, dedim, öğretmen ol.
- Ben mektebe gitmiyorum ki.
- Neden?
- Öğretmen beni dövüyor.
- Neden?
- Yaramazlık ediyorum da ondan.
- Sen de yaramazlık yapma.
- Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
- Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
- Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının p.çi” dedi. Ben de döğdüm onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının p.çi diye çağırdılar. Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem mektepten koğdular.
- Çok fena yapmışsın.
- Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
- Ne olmak istiyorsun ya?
- Boyacı olacağım dedim ya.
"Ürkek bir serçe gibi eğme başını.
Kaldır başını ve dimdik dur.
Bu senin değil, ülkemin ayıbı.
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk. "
Sait faik ABASIYANIK
Kaldır başını ve dimdik dur.
Bu senin değil, ülkemin ayıbı.
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk. "
Sait faik ABASIYANIK
Hikaye 1936 yılında Denizli'nin Acıpayam ilçesinde görevli....
Hikaye 1936 yılında Denizli'nin Acıpayam ilçesinde görevli öğretmenlerin pikniğe gitmeleriyle başlıyor.
Öğretmenler piknik yaparken keçilerini otlatan küçük bir çoban çocukla karşılaşır. Çobanı yanlarına davet edip çay ikram ederler ve ismini sorarlar.
Öğretmenler piknik yaparken keçilerini otlatan küçük bir çoban çocukla karşılaşır. Çobanı yanlarına davet edip çay ikram ederler ve ismini sorarlar.
Küçük çoban ürkek bir sesle cevap verir: Hüseyin...
Hüseyin’e öğretmenler yanlarındaki gazeteyi verip okumasını isterler. O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdır ki... Okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanır...
Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi eline almayı kabul etmez...
Öğretmenler bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sorar...
12 diye cevap verir ve ekler: 3 yaşımda annemi kaybettim, 11'imde de babamı...
Hüseyin ile süre sohbet eden öğretmenler, çocuğun aslında çok zeki olduğunun farkına varırlar. Mutlaka okuması gerektiğini tembih ederler... Hüseyin, karşılaştığı öğretmenlerin verdiği destek ve heyecanla Denizli’de parasız yatılı okumaya başlar. Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap hediye edilir. Hüseyin kitabı bir gecede bitirir.
Ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine gider, "Bu kitapta eksiklik var” der... Öğretmen şaşırır. Çünkü Hüseyin’in bahsettiği eksiklik, Görecelilik Teorisi hakkındadır. Söz konusu teorinin önemli bir parçasının kitapta olmadığını fark etmiştir Hüseyin. Fen öğretmeni konuyu İTÜ'nde kendi hocası olan rahmetli fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektup yazarak iletir. Nusret hocadan şu yanıt gelir: “Hüseyin liseyi bitirince İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gelsin”
Ve Hüseyin mezun olunca İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gider. Denizlili öksüz ve yetim çoban Hüseyin, orada da birtakım çalışmalar yapar ve çalışmalarını hocaları anlayamaz. Hocalarından biri, "Bu çalışmalarını bilse bilse Amerika Boston'daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilir' deyip mektupla ona gönderir.
Prof. Morse’dan da şöyle bir cevap gelir: “Hüseyin’in bu yaptığını 5 sene önce bir grup buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey. Biz Hüseyin’in tüm masraflarını karşılayacağız, Amerika’ya gelsin”
Yıl 1952... Hüseyin yüksek elektrik mühendisi olmuştur. Anne baba yok. Köyünün insanları son derece fakir. Bir gazete kampanya yapar ve toplanan parayla Hüseyin Amerika'ya giden bir gemiye bindirilir. Hüseyin, MIT’te Prof Morse’un karşısına geçer. Morse, Hüseyin’in tez hocası olacak ama Hüseyin’in İngilizcesi de iyi değil. Anlayamıyor pek Morse’un dediklerini. Hocasına “Write on the blackboard” der. Prof. Morse da Hüseyin’in tez konusu olacak konuyu tahtaya yazar ve Hüseyin de bunu defterine geçirip üniversiteden ayrılır. MIT’te genelde tez konuları 5 senede, 9 senede bitirilebiliyor olmasına rağmen Hüseyin çalışmasını 3 ay sonra bitirip hocasının karşısına çıkar. Morse birkaç gün sonra tezi inceleyip Hüseyin’i çağırır. “Senin tezin bitti. Ancak burası MIT. Biz burada böyle hemen doktora diploması veremeyiz. Sen git istediğin dersleri al, 2 sene sonra gel” der.
Hüseyin 2 sene sonra doktorasını alıp bu kez Princeton Üniversitesi'ne gider. Orada ünlü fizikçi Albert Einstein ile birlikte çalışır.
Birkaç yıl sonra Boston’a geri dönüp icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar. Burada bilgisayarlar ile konuşmanın onlara talimat vermeye yönelik projeler yürütür. Sesle kumanda edilen bilgisayarı ilk defa 1960’ların başında Hüseyin Yılmaz yapar.
1958 yılında, çalışmalarını yakından takip ettiği Albert Einstein’in kendisi kadar ünlü fonksiyon teorisinde eksikler tespit eder ve bunu bir mektupla kendisine bildirir. Ancak mektup ulaşmadan Einstein ölür.
Yılmaz, bu hatayı ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca akademik dünyada adeta kıyamet kopar. Bilim dünyası ikiye bölür ve Einstein’in kuramına karşı Yılmaz kütle çekim kuramı da literatüre girer. 27 Ocak 2013'te ise ABD'de vefat eder.
Bugün dünyada çok popüler olarak kullanınan Siri, Google Now, Cortana gibi bütün programlardaki sesli komut sistemin mucidi Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz'dır...
not: okuduktan lutfen yoruma bir nokta koyunuz.
Hüseyin’e öğretmenler yanlarındaki gazeteyi verip okumasını isterler. O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdır ki... Okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanır...
Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi eline almayı kabul etmez...
Öğretmenler bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sorar...
12 diye cevap verir ve ekler: 3 yaşımda annemi kaybettim, 11'imde de babamı...
Hüseyin ile süre sohbet eden öğretmenler, çocuğun aslında çok zeki olduğunun farkına varırlar. Mutlaka okuması gerektiğini tembih ederler... Hüseyin, karşılaştığı öğretmenlerin verdiği destek ve heyecanla Denizli’de parasız yatılı okumaya başlar. Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap hediye edilir. Hüseyin kitabı bir gecede bitirir.
Ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine gider, "Bu kitapta eksiklik var” der... Öğretmen şaşırır. Çünkü Hüseyin’in bahsettiği eksiklik, Görecelilik Teorisi hakkındadır. Söz konusu teorinin önemli bir parçasının kitapta olmadığını fark etmiştir Hüseyin. Fen öğretmeni konuyu İTÜ'nde kendi hocası olan rahmetli fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektup yazarak iletir. Nusret hocadan şu yanıt gelir: “Hüseyin liseyi bitirince İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gelsin”
Ve Hüseyin mezun olunca İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gider. Denizlili öksüz ve yetim çoban Hüseyin, orada da birtakım çalışmalar yapar ve çalışmalarını hocaları anlayamaz. Hocalarından biri, "Bu çalışmalarını bilse bilse Amerika Boston'daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilir' deyip mektupla ona gönderir.
Prof. Morse’dan da şöyle bir cevap gelir: “Hüseyin’in bu yaptığını 5 sene önce bir grup buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey. Biz Hüseyin’in tüm masraflarını karşılayacağız, Amerika’ya gelsin”
Yıl 1952... Hüseyin yüksek elektrik mühendisi olmuştur. Anne baba yok. Köyünün insanları son derece fakir. Bir gazete kampanya yapar ve toplanan parayla Hüseyin Amerika'ya giden bir gemiye bindirilir. Hüseyin, MIT’te Prof Morse’un karşısına geçer. Morse, Hüseyin’in tez hocası olacak ama Hüseyin’in İngilizcesi de iyi değil. Anlayamıyor pek Morse’un dediklerini. Hocasına “Write on the blackboard” der. Prof. Morse da Hüseyin’in tez konusu olacak konuyu tahtaya yazar ve Hüseyin de bunu defterine geçirip üniversiteden ayrılır. MIT’te genelde tez konuları 5 senede, 9 senede bitirilebiliyor olmasına rağmen Hüseyin çalışmasını 3 ay sonra bitirip hocasının karşısına çıkar. Morse birkaç gün sonra tezi inceleyip Hüseyin’i çağırır. “Senin tezin bitti. Ancak burası MIT. Biz burada böyle hemen doktora diploması veremeyiz. Sen git istediğin dersleri al, 2 sene sonra gel” der.
Hüseyin 2 sene sonra doktorasını alıp bu kez Princeton Üniversitesi'ne gider. Orada ünlü fizikçi Albert Einstein ile birlikte çalışır.
Birkaç yıl sonra Boston’a geri dönüp icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar. Burada bilgisayarlar ile konuşmanın onlara talimat vermeye yönelik projeler yürütür. Sesle kumanda edilen bilgisayarı ilk defa 1960’ların başında Hüseyin Yılmaz yapar.
1958 yılında, çalışmalarını yakından takip ettiği Albert Einstein’in kendisi kadar ünlü fonksiyon teorisinde eksikler tespit eder ve bunu bir mektupla kendisine bildirir. Ancak mektup ulaşmadan Einstein ölür.
Yılmaz, bu hatayı ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca akademik dünyada adeta kıyamet kopar. Bilim dünyası ikiye bölür ve Einstein’in kuramına karşı Yılmaz kütle çekim kuramı da literatüre girer. 27 Ocak 2013'te ise ABD'de vefat eder.
Bugün dünyada çok popüler olarak kullanınan Siri, Google Now, Cortana gibi bütün programlardaki sesli komut sistemin mucidi Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz'dır...
not: okuduktan lutfen yoruma bir nokta koyunuz.
GAZETECI VEDAT YENERER'in YAZISI... LÜTFEN OKUYUN VE OKUTUN
Petrol yoksa, çıkartma ruhsatı neden vermiyorsunuz?
Değerli okurlar, geçenlerde Türkiye-Suriye sınırında uydu verilerine göre petrol denizi olduğu iddiasını yazmıştım. Yazı sonrasında Silopi'de madencilik yapan Beşir Yılmaz aradı. Yazacaklarımı lütfen iyi okuyun!...
Beşir Yılmaz telefonda. 'Vedat bey, gelin Silopi'de Cudi dağı eteklerine sizi götüreyim de petrolü kendi gözünüzle görün!..'diyerek feryat ediyordu.
'Nasıl yani!..' diye sorduğumda anlatmaya başladı..
"Biz aileden madenciyiz.Irak sınırında yaklaşık 300 km ya da bir başka deyişle yaklaşık 150 milyon ton asfaltit madeni buldum.. Bu madeni bir süre resmi olarak işlettikten sonra devlet 1978 yılında kamulaştırıyoruz" diyerek el koydu. Rezervin de 50 milyon ton olduğu iddia edildi. Madem asfaltit rezervi az, neden el koyuyorsunuz. Dünyanın neresine giderseniz gidin asfaltit madeni bulunan her yerin altında petrol vardır. Silopi'nin altı da petrol denizidir. Yaz aylarında etraftaki ocaklardan resmen petrol akar ve Hezil çayına karışır. Gelin görün! Sadece petrol değil, burada çok zengin uranyum ve nikel madenleri de var'
- Nereden biliyorsunuz? 'Türkiye'deki analizlere güvenmediğim için madenin her tarafından örnekler alarak Almanya'ya bizzat götürdüm ve analiz yaptırdım. Raporları gönderdim size ( Sonuçlar elimde Yatağan ve Tunç bilek'e göre 2(iki) misli rakamlar var) dünyanın en önemli uranyum madenlerinden birisi buradadır ve aktif haldedir..'
Beşir Yılmaz'ın anlatacak o kadar çok şeyi var ki makineli tüfek gibi art arda sıralıyor. Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum.
-Petrol olduğunu nereden biliyorsunuz?
"Bu bölgede İngilizler 1967-87de petrol aramışlar. Açılan kuyulardan gökyüzüne doğru 100 metre kadar petrol fışkırmış. Ardından kapatmışlar ve betonlamışlar.Benim madenimin yanında da bu kuyudan var ve vanasını gelin birlikte açalım eğer beton ve civa basıp tıkamadılarsa bakalım ne kadar petrol fışkıracak. Dönemin köylüleri arasında hâlâ yaşayan görgü tanıkları var ve petrolün 100 metre kadar fışkırdığını görenler var.
'Beşir Yılmaz konuştukça pür dikkat dinlemeye devam ediyorum..'
Vedat Bey, asfaltit madeni olan her yerde petrol vardır. Eğer petrol yoksa bana neden petrol çıkartma ruhsatı vermiyorlar? Musul ve Kerkük' ün rakımı 80-100 metre civarındadır. Cudi Dağı'ndaki petrolümüz resmen Irak'a doğru akıyor ve başta İngilizler ve ABD bunu biliyor..'
Beşir Yılmaz bugünlerde Silopi' ye bile zor gider hale gelmiş.
Devlet kamulaştırılacak diye el koyduğu madeni şimdi Turgay Ciner 'in sahibi olduğu Park Holding'e devretmiş. Durum böyle olunca, Yılmaz da dava üstüne dava açmış ve yürütmeyi durdurma kararı aldırmış. Eğer tekrar el konulursa AİHM' sine başvuracakmış.
Kısacası madeninin peşini bırakmıyor ama artık bölgedeki aşiret ağaları da onun peşini bırakmaz hale getirilmiş... Bütün dava tutanakları elimde okudukça dehşete kapılıyorum. Şimdi sıkı durun...
Beşir Yılmaz Başbakan Tayyib Erdoğan'a bu durum üzerine başvurmuş ve dilekçe vermiş dilekçede aynen şöyle yazıyor...
'Bürokrasi ve çeteler milletin hak ve hukukunu aramaktan bezdirmiştir. Televizyonda ve basındaki konuşmalarınızda 'hortumcu çetelerin ve bürokrasinin üstüne gidilecektir diyorsunuz'. Millet buna çok seviniyor. 25 yıldır gasp edilen madenimiz çete ve bürokratların, anayasa, kanunlar ve insan hakları hiçe sayılarak ihale yolu ile peşkeş çekiliyor. Allah'a ve sizin yüksek adaletinize sığınıyorum.' Beşir Yılmaz devlet tarafından el konulan mallarını ve bunun karşılığında devletin verdiği parayı yazıya eklemiş...
1- 35 km yol yaptım.
2- 500 bin ton hazır çıkarılmış kömürüm var. 3- 3,5 milyon metreküp hafriyat yapılmış.
4- Mazot tankları.
5- Dinamit ambarı.
6- Kantar ve kantar binası.
Resmi olarak bana ait olan ve vergisini ödediği madenimde bugüne kadar yaptığım işler ve halen bulunan demirbaş ve çıkarılmış maden içinde 5.800.800 TL. (Buna resmen gasp ve devlet terörü denir!)
Beşir Yılmaz Başbakan Erdoğan'a yazdığı dilekçede devam ediyor.
'Bu para halen bankada duruyor. Buna rağmen Türkiye Kömür İşletmeleri ihaleyi adamlarına ve hortumculara peşkeş çekiyor'
Beşir Yılmaz' ın bu başvurusuna Başbakan Erdoğan bugüne kadar cevap vermemiş.
Beşir Yılmaz'dan al ve ABD bağlantılı şirketlere ver. Uranyum konusu da bir başka skandal. Güneydoğu resmen petrol denizi üzerinde ve Türkiye ABD Firmalarının peşinde 'bize petrol bul' diye yalvarıyor... İddialar devam ediyor:
6(altı) mühendisin kafaları kesildi.
TPIK diye Türkiye Petrolleri'nin kurduğu bir kurum yurt dışına petrol arama işlerine giriyor ve bugüne kadar milyar dolar zarar ediyor. Beşir Yılmaz diyor ki: 'Kimin hain kimin işbirlikçi olduğunu anlamak çok kolay!..
Eğer bölgede petrol yok ise neden bana petrol çıkartma ruhsatı verilmiyor?... Ruhsat verin 800 metreden petrolü çıkartmazsam ben bu ülkeyi terk ederim. MTA yıllar önce sondaj yaptı 480 metrede su bulundu ve ardından delici aletin ucu kırıldığı için sondaja son verildi. Herkes bilir sudan sonra petrol gelir. Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj yapabiliriz kimseye ihtiyacımız yok. İzni versinler siz görün petrol nasıl fışkıracak.
' Bu görüşmemizden bir gün sonra Beşir Yılmaz tekrar aradı ve Soma'da görevli bir mühendis ile görüşmemi isteyerek telefon numarasını verdi. Adını burada yazmak istemiyor. Mühendis ile görüşmemde daha da çarpıcı gerçekler çıktı ortaya.
6(altı) ay kadar önce Cudi dağları eteklerinde bulanan 6(altı) insan iskeletinin ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Ben de 'bilmiyorum' dedim. Mühendis ekledi 'Bu iskeletler 18 Yıl önce Cudi Dağı'nda kaybolan 6 Türk petrol mühendisinin iskeletleri. Kafaları kesilerek öldürülmüş..' Dondum kaldım. Ne diyeyim.Kendisi de mühendis olduğu için yalan söylemiyordur diye düşündüm..Ardından devam etti..
'Vedat Bey Türkiye maden bakımından dünyanın en zengin ülkesi. Siz Ödemiş yakınlarındaki Bozdağ'ın dünyanın en büyük altın rezervi olan dağlarından biri olduğunu biliyor musunuz? Ama bu madenleri kimse çıkaramaz. Hatta bu konunun üzerine giden gazeteciler öldürüldü. Uğur Mumcu ve Çetin Emeç'in öldürülmeden kısa bir süre önce bu madenler üzerine gittiğini biliyorsunuz her halde...' İlgiyle dinledim. O kadar çarpıcı şeyler anlattı ki, yazmaya sayfalar yetmez. İddiaların hepsinin belgeli olduğunu söyleyen bu mühendis, gazete ve televizyon kanallarında hiçbir gazetecinin bu yönde bir haber yapamadığını ve milletin resmen uyutulduğunu örneklerle anlattı. Beşir Yılmaz'a son sözüm ' Bana anlattıklarınızı Genelkurmay''a anlatınız mı?' oldu. Aldığım cevap da aynen şöyle.
"Vedat Bey her şeyi belgeleriyle birlikte bir kaç kez askeri büyüklerimize anlattım ama bugüne kadar bir arpa boyu ilerleme kaydedemedik!"
Ne diyeyim, bu milleti korumaya yemin etmiş olanlar utansın!.. Son sözüm: 'AB ve ABD, PKK''yı boşu boşuna özellikle bu bölgede güçlendirip milletin başına bela etmedi. Bölgede alınacak doğru kararlar Türkiye''yi ekonomik olarak uçuracak gelişmelere gebedir!..]
MUHTEŞEM BİR HİKAYE : GÖZ YAŞLARIYLA OKUYACAKSINIZ !!!
Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkâns
ızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış
ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi
gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun
hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.
Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.
Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.
Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.
Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.
Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor.
Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,
"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.
Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,
Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".
Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın
(Daha önce hiç bir gönderiyi paylaşın diye rica da bulunmadım. Ama bu gönderiyi paylaşın, paylaşın ki hâlâ insanlığın ölmediğini herkese gösterelim...)
Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.
Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.
Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.
Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.
Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.
Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)
Öykü burada bitmiyor.
Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,
"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.
Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,
Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".
Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın
(Daha önce hiç bir gönderiyi paylaşın diye rica da bulunmadım. Ama bu gönderiyi paylaşın, paylaşın ki hâlâ insanlığın ölmediğini herkese gösterelim...)
Safranbolu Köyiçi
Safranbolu Köyiçi'nden kaldırılan Atatürk Heykeli Depolarda bulunmuş ve
Belediyenin yaptığı meydan düzenlemesi ile yerine konulmuştur. 10 Kasım
2019 Günü ise törenle açılışı yapılmıştır.
Ekteki fotoğraf, Safranbolu Belediye başkanımız Elif Köse'nin açılış ile ilgili bir anını işaretliyor.
Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.
Ekteki fotoğraf, Safranbolu Belediye başkanımız Elif Köse'nin açılış ile ilgili bir anını işaretliyor.
Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.
Ben «Bandırma Vapuru»
Esme rüzgar esme halim perişan
Mustafa Kemalim güvertede
Ben Karadenizde dalgalarla boğuşan
Küçük köhne bir tekne
Baştan ayağa dek iman dolu
Bu hasretlik daha ne kadar uzar
Uçmak isterim Samsuna doğru
Bakışlarım kararır gözlerim dolar,
Ben «Bandırma Vapuru»
Karadenizde küçük köhne bir tekne
Yağma yağmur esme rüzgar
Yolumu bekler Anadolu
Gümüş dere durmaz akar.
Mustafa Kemalim güvertede
Dayamış alnım ufka bakar.
Ben «Bandırma Vapuru»
Var git başımdan Karadeniz
Bu gece efkarım var
Noldu ey gönül noldu
Gümüş dere durmaz ağlar
Kan ağlar altmış üç ilimiz
Kan ağlar Anadolu
Ben «Bandırma Vapuru»
Mustafa Kemalim güvertede
Kaputuna bürünmüş
Bakışlarında kararlılık saçlarında rüzgar
Yıldızlar geçiyor alnından
Uzak zaferlerin şavkı vurmuş yüzüne.
Ben «Bandırma Vapuru»
Duyarım sesler gelir Anadoludan
Samsuna doğru
Bir şey var gecenin içinde
Rüzgarlarla karanlıklarla dağılan
Bir şey var gecenin içinde
Mustafa Kemalin sevinciyle ağaran.
Mesut TARCAN
8 Kasım 2019 Cuma
OSMANLICA ...
'' GÖ...ÜN YANIYOR '' ..... :D
60-70 Yıl Önce Osmanlıca Meraklısı Bir Edebiyat Öğretmeni , Öğrencilerine Sürekli Şunu Söylermiş :
“ Dersimde Herkes Osmanlıca Konuşacak , Sorduğum Sorulara Osmanlıca Cevap Verecek , Yeni Türkçe Konuşmak Yok …”
Soğuk Bir Kış Günü O Öğretmen Sınıfın Ortasında Dolaşarak Ders Anlatıyor .
Bir Ara Sınıfın Ortasındaki Büyük Sobaya Yanaşıp , Arkası Sobaya Dönük Vaziyette Devam Ediyor Ders Anlatmaya .
Sobadan Sıçrayan Bir Kıvılcım Öğretmenin Ceketinin Arkasını Tutuşturmuş …
Parmak Kaldırıp Söz İsteyen Öğrenci Başlamış Konuşmaya :
- Efendim , Arka Cenahınızdaki Sobanın Derunundaki Parçe-i Nardan Kopan Bir Şerare , Şahsınız İstikametine Tevcihlenerek , Ceketinize Sirayet Etmiştir Ve Dahi Mabadınıza İntikal Etmek Üzre Revan Olmaktadır …
Öğretmen Arka Tarafında Giderek Artan Isının Da Etkisiyle Olayı Anlayınca , Sinirlenerek Öğrenciye Cevap Vermiş :
- Evladım , Şuna
“ G...N YANIYOR ” Desene , Ne Uzatıyorsun .... !!!
1 Kasım 2019 Cuma
İşte böyle ATATÜRK oldu.
İşte böyle ATATÜRK oldu.. Bütün gece afyon ovasına hakim tepede böylece bekledi diyordu yaveri.
Kurmay albay gelip ;
paşam düşman kuvvetleri intikal ettiler ,
Karargah kurmaya çalışıyorlar, şafak ile birlikte saldıracaklardır, siper kazmayı hızlandırıyorum dedi.
Gerek yok albay , askeri yormayın,
Onlar değil biz saldıracağız .
Şaşıran albay , paşam savunmada kalmalıyız, zira silah bakımından çok üstünler .
Onlarda bunu beklemiyor mu zaten?
Orduyu hazır tutun albay .
Şafaktan önce saldıracağız ve ölmek için saldıracağız dedi.
Şafaktan önce gece vakti saldırdılar.
Öyle bir taarruz gerçekleştirdiler ki afyon ovasına ölüm olup aktılar. Bozguna uğrayıp kaçan orduyu, askerlik tarihine ders olarak geçmiş olan 9 gün gibi kısa bir sürede afyon dan , izmire sürüp , denize döktüler.
Kurmay albay gelip ;
paşam düşman kuvvetleri intikal ettiler ,
Karargah kurmaya çalışıyorlar, şafak ile birlikte saldıracaklardır, siper kazmayı hızlandırıyorum dedi.
Gerek yok albay , askeri yormayın,
Onlar değil biz saldıracağız .
Şaşıran albay , paşam savunmada kalmalıyız, zira silah bakımından çok üstünler .
Onlarda bunu beklemiyor mu zaten?
Orduyu hazır tutun albay .
Şafaktan önce saldıracağız ve ölmek için saldıracağız dedi.
Şafaktan önce gece vakti saldırdılar.
Öyle bir taarruz gerçekleştirdiler ki afyon ovasına ölüm olup aktılar. Bozguna uğrayıp kaçan orduyu, askerlik tarihine ders olarak geçmiş olan 9 gün gibi kısa bir sürede afyon dan , izmire sürüp , denize döktüler.
Bu fotoğrafı daha önce de bir çok kez görmüş ama bu ayrıntıyı söylediklerinde ilk defe fark etmiştim , gözlerim doldu .
(POSTALI DELİK)
Askeri aç öylece beklemişti düşmanı.
Saraylarda oturuyordu diye eleştirenlere gelsin bu fotoğraf.
Destan eline kağıt kalem alıp yazılmaz.
30 ağustos diye yazılır.
Zafer diye okunur.
Atam benim .
Ruhunuz şad
Mekânınız cennet olsun.
(POSTALI DELİK)
Askeri aç öylece beklemişti düşmanı.
Saraylarda oturuyordu diye eleştirenlere gelsin bu fotoğraf.
Destan eline kağıt kalem alıp yazılmaz.
30 ağustos diye yazılır.
Zafer diye okunur.
Atam benim .
Ruhunuz şad
Mekânınız cennet olsun.
1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı
1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir.
Talimgah denilen yerde bir kalabalık fark eder. Kalabalığa yanaştıkça
bir müzisyenin enstrümanından yükselen
melodiyi duyumsar. Yaklaşır. Delikanlı, enstrümandan yükselen tınıya
gözlerini kapatarak huşu içinde bir süre zevkle dinleyerek eşlik eder.
Gözlerini açıp da kalabalığın önüne ilerleyince o cânım melodiyi
çıkaranın yere bağdaş kuran bir müzisyen olduğunu fark eder. Müzisyen
pistir, perişandır, berduştur. Genç delikanlı evsiz diye düşündüğü bu
adamcağıza acır gözlerle bakar. Garipser de hani biraz… Öyle ya böyle
berduş bir adam nasıl olur da bu kadar güzel ezgiler çıkarabilir…
Delikanlı birkaç gün sonra aynı yol üzerinden geçerken görür o müzisyeni. Her ne kadar giyiminden, kuşamından, küfürbaz halinden rahatsız olsa da acıdığı için o müzisyene para vermek ister. Müzisyen işte kendisine para vermeye yeltenen gence; “Haydi oğlum, git işine! Bak benim mataram rakı dolu. Vereceğin bu parayla git de akşama birkaç kadeh iç keyiflen. Benim paraya ihtiyacım yok” der.
Utanır birden genç. Müzisyen devam eder; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın.” Kıyafetlerini göstererek “Görmüyorsun ben kimseden utanıyor muyum! Başkaları benim bu halimden utansın!”
Delikanlı neye uğradığını şaşırır. Tokat gibidir adamcağızın lakırdıları… Eve gider düşünür uzun uzun… Acıdığı adamın kendisine böyle bir karşılık vereceğini hiç düşünmemiştir. Aradan zaman geçer. Delikanlı bu adamcağızı İstanbul’un münferit yerlerinde kah işkembecide, kah kuytu meyhanelerde, kah Yenicami arkasında, kah Çemberlitaş’ta görür… Hatta bir arada Ali Emiri’nin Kütüphanesi’nden kitap okurken görmüştür ki şaşkınlığı katbekat artmıştır.
Delikanlı, edebiyata heveslidir, bir şiir karalar o müzisyen için… Dönemin mecmualarının birinde “Dehâyi Mensi” diğer bir deyişle “unutulan deha” ismiyle bu müzisyeni kaleme alır. Sonra kulağına gider bu müzisyenin. “Kim yazdı bunu?” diye sorar soruşturur; sonunda bulur ve bu şiiri yazan gençle tanışmak ister. Buluşurlar, o an müzisyen anlar ki vakti zamanında kendisine acıdığı için para vermek isteyen genç tam karşısındadır. Şiiri pek beğendiğini, duygulandığını söyler. Akabinde bu delikanlı ile müzisyen arasında sıkı bir dostluk başlar.
Müzisyen son döneminde inzivaya çekilir, kimseyle görüşmez. Üstü başı kirlidir ama çevresindeki insanların ruhları daha kirlidir. Küser hayata, küser insanlara… Çok değil, bir süre sonra da göçer gider bu dünyadan… Delikanlı sevdiği bu müzisyenin öldüğünü duyunca çok üzülür. Arkadaşı Fuad Şinasi bir kağıt verir delikanlıya… “Nedir bu?” diye sorar delikanlı. Şinasi “Müzisyenin son şiiri” der. Okur delikanlı;
“Artık yaşam için yetişir bunca kırgınlık,
Dinlenmek isterim ki kader yorgunuyum
Artık vücudu boş, gönlü boş, düşü boş,
Dünyada şimdi ben de bir fazla ağırlığım”
“Ölümün titrettiği elle kalemini kalbine birikmiş zehre batırıp yazdığı veda şiiri” olarak betimler bunu genç adam. Aklına düşer işte o gün; acıdığı için para vermek istediği müzisyenin o yanıtı; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın”
Bu mısra destur olur delikanlı için, hayatını ona göre yaşar. Utanılacak işler yapmaz. Büyük görev üstlenir ilerleyen senelerde. Ama sonu da o müzisyen gibi olur. Ha, ne mi olur? Haksızlığa uğrar, yaptığı o büyük işlerden el çektirilir, memleket için açtığı okullar kapatılır. O da inzivaya çekilir, çünkü çevresi pistir ve malum son… O da göçer gider bu dünyadan.
“Müzisyen” diye anlattığım kişi Neyzen Tevfik’tir. Ona acıdığı için para vermek isteyen delikanlı ise meşhur Şair Can Yücel’in babası; Köy Enstitüleri’nin açılmasını sağlayan, klasikleri dilimize çeviren, en uzun Milli Eğitim Bakanlığı yapmış “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali Yücel’dir.
Delikanlı birkaç gün sonra aynı yol üzerinden geçerken görür o müzisyeni. Her ne kadar giyiminden, kuşamından, küfürbaz halinden rahatsız olsa da acıdığı için o müzisyene para vermek ister. Müzisyen işte kendisine para vermeye yeltenen gence; “Haydi oğlum, git işine! Bak benim mataram rakı dolu. Vereceğin bu parayla git de akşama birkaç kadeh iç keyiflen. Benim paraya ihtiyacım yok” der.
Utanır birden genç. Müzisyen devam eder; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın.” Kıyafetlerini göstererek “Görmüyorsun ben kimseden utanıyor muyum! Başkaları benim bu halimden utansın!”
Delikanlı neye uğradığını şaşırır. Tokat gibidir adamcağızın lakırdıları… Eve gider düşünür uzun uzun… Acıdığı adamın kendisine böyle bir karşılık vereceğini hiç düşünmemiştir. Aradan zaman geçer. Delikanlı bu adamcağızı İstanbul’un münferit yerlerinde kah işkembecide, kah kuytu meyhanelerde, kah Yenicami arkasında, kah Çemberlitaş’ta görür… Hatta bir arada Ali Emiri’nin Kütüphanesi’nden kitap okurken görmüştür ki şaşkınlığı katbekat artmıştır.
Delikanlı, edebiyata heveslidir, bir şiir karalar o müzisyen için… Dönemin mecmualarının birinde “Dehâyi Mensi” diğer bir deyişle “unutulan deha” ismiyle bu müzisyeni kaleme alır. Sonra kulağına gider bu müzisyenin. “Kim yazdı bunu?” diye sorar soruşturur; sonunda bulur ve bu şiiri yazan gençle tanışmak ister. Buluşurlar, o an müzisyen anlar ki vakti zamanında kendisine acıdığı için para vermek isteyen genç tam karşısındadır. Şiiri pek beğendiğini, duygulandığını söyler. Akabinde bu delikanlı ile müzisyen arasında sıkı bir dostluk başlar.
Müzisyen son döneminde inzivaya çekilir, kimseyle görüşmez. Üstü başı kirlidir ama çevresindeki insanların ruhları daha kirlidir. Küser hayata, küser insanlara… Çok değil, bir süre sonra da göçer gider bu dünyadan… Delikanlı sevdiği bu müzisyenin öldüğünü duyunca çok üzülür. Arkadaşı Fuad Şinasi bir kağıt verir delikanlıya… “Nedir bu?” diye sorar delikanlı. Şinasi “Müzisyenin son şiiri” der. Okur delikanlı;
“Artık yaşam için yetişir bunca kırgınlık,
Dinlenmek isterim ki kader yorgunuyum
Artık vücudu boş, gönlü boş, düşü boş,
Dünyada şimdi ben de bir fazla ağırlığım”
“Ölümün titrettiği elle kalemini kalbine birikmiş zehre batırıp yazdığı veda şiiri” olarak betimler bunu genç adam. Aklına düşer işte o gün; acıdığı için para vermek istediği müzisyenin o yanıtı; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın”
Bu mısra destur olur delikanlı için, hayatını ona göre yaşar. Utanılacak işler yapmaz. Büyük görev üstlenir ilerleyen senelerde. Ama sonu da o müzisyen gibi olur. Ha, ne mi olur? Haksızlığa uğrar, yaptığı o büyük işlerden el çektirilir, memleket için açtığı okullar kapatılır. O da inzivaya çekilir, çünkü çevresi pistir ve malum son… O da göçer gider bu dünyadan.
“Müzisyen” diye anlattığım kişi Neyzen Tevfik’tir. Ona acıdığı için para vermek isteyen delikanlı ise meşhur Şair Can Yücel’in babası; Köy Enstitüleri’nin açılmasını sağlayan, klasikleri dilimize çeviren, en uzun Milli Eğitim Bakanlığı yapmış “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali Yücel’dir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)