20 Ekim 2021 Çarşamba

Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.

 Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasınıda elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan "BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER ŞİMDİ, BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM Kİ?" demiş.

Bu akşam eve geldiğimde

 Bu akşam eve geldiğimde Eşim Akşam yemeğini servis ediyordu. Elini tuttum ve ona söyleyeceğim şeyler olduğunu söyledim. Masaya oturdu ve sessizce yemeği yemeye başladı. Ve yine Gözlerinde o korkuyu gördüm. Bir an da kasıldım ağzımı açamıyordum ama düşüncelerimi söylemem lazımdı. Ben boşanmak istiyorum. Sinirlenmedi Sözlerime karşılık vermedi, sadece sebebini sordu. Bir cevap veremedim ve buna çok sinirlendi elinde ki Çatal Bıçakları fırlattı. Bana bağırdı ve Adam olmadığımı söyledi. Bu akşam tek kelime konuşmadık. Eşim bütün Gece ağladı. Farkındaydım Evliliğimiz ne olacağını merak ediyordu, ama onu tatmin edecek bir şey söyleyemeyecektim. Ben Jane'e aşık oldum, eşimi sevmiyorum artık. Bu vicdan azabıyla bir Evlilik sözleşmesi hazırladım, Evi, Arabayı ve Şirkettin 30% ona verecektim. Sözleşmeye kısa bir süre baktı ve yırttı. 10 yıl hayatımı paylaştığım bu Kadın bana yabancı olmuştu. Onun harcadığı zamana ve enerjiye üzülüyordum, ama geri dönemezdim, Jane'e çok aşık olmuştum. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bu benim beklediğim bir tepkiydi. Onun ağlaması benim hafiflememe sebep olmuştu. Bir süredir aklımdan geçiriyordum boşanmayı, bu fikir bende saplantı haline gelmişti ve şimdi bu duyguyu daha da güçlü hissediyordum ve doğru karardı. Bir sonra ki akşam eve geç gelmiştim ve Eşimi Masada yazı yazarken gördüm. Çok uykum vardı ve Akşam yemeğini yemeden uyumaya gittim. Jane ile geçirdiğim o kadar saat beni yormuştu. Bir ara uyandım ve onu hala yazı yazarken gördüm Masa da. Ama bu benim Umurumda değildi ve başımı çevirip uyumaya devam ettim. . Ertesi sabah bana Şartlarını yazı halinde sundu. Benden hiç bir şey istemiyordu, sadece boşanmamızı ilan etmek için 1 ay müsaade istedi ve bu zamanda normal bir Aile gibi davranmamızı istedi. Bunun sebebi Oğlumuzun 1 ay sonra Sınavların olması ve bu dönemde ona bu yükü bindirmemekti. Bu kabul edilebilinir. Bir şey daha vardı, benden onu Evlilik Gecesinde onu kapıdan içeriye nasıl taşıdığımı hatırlamaktı, ve 1 ay boyunca her sabah onu Yatak odasında Kapıya kadar taşımamı istedi. Kafayı yediğini düşündüm, ama son günlerimizin iyi geçmesi acısından, kabul ettim. Sonra bu şartlardan Jane bahsettim, yüksek ses ile gülüp bunun çok saçma olduğunu ve eninde sonunda Boşanmayı kabul etmek zorunda kalacağını söyledi. Eşimle boşanma konusunu açtığımdan beri Fiziksel temasta bulunmadık. Bu sebepten ilk gün onu kucağıma alıp kapıya götürdüğümde tuhaf bir duygu yaşadım. Oğlumuz arkamızda duruyordu ve alkış yapmaya başladı 'Babam Annemi kucağında taşıyor' bu onu çok sevindirmişti, Sözleri canımı acıtmıştı... Yatak odasından Evin Kapısına kadar 10 metre taşıdım. Eşim gözlerini kapattı ve kulağıma' Oğlumuza boşanmamızdan bahsetme' diye fısıldadı. Bende başımı öne eğerek tamam dedim, ve içime bir üzüntü çöktü. Kapı önünde onu bıraktım Eşim Otobüs durağına gitti ve onu İşe götürecek olan Otobüsü bekledi. Bende tek başıma Ofise gittim. 2. Gün bu oyunu oynamak bize daha kolay gelmişti. Eşim başını Göğsüme yasladı, ve onun kokusunu duydum. Birden Eşime uzun süredir bakmadığımı anladım. Ve onun Evlendiğim zaman ki kadar Genç olmadığını fark ettim. Yüzünde hafif çizgiler oluşmuş saclarına ak düşmüştü. Gecen yıllar öylesine yanından geçmemişti, O an kendime ona bununla neler yaptığımı sordum. 4. Gün onu kucağıma aldığımda bir güven duygusu yaşadım. Bu bana Hayatının 10 yılını Hediye eden Kadın. 5. Gün bu güven duygusu daha da büyümüştü. Bundan Jane bahsetmedim. Günler geçtikçe onu taşımak daha da kolaylaşmıştı, belki de bu sayede yaptığım antrenman dan dolayıdır bu. Bir Sabah onu ne giyeceğini düşünürken izledim. İsyan ederek her gün kıyafetlerin biraz daha bol geldiğini söyledi. Birden onun ne kadar süzüldüğünü ve kilo verdiğini fark ettim. Demek ki onu her sabah daha kolay taşıyabilmemin sebebi buydu. Birden yüzüme yumruk gibi vurdu. Bu kadar Acıyı ve Üzüntüyü Kalbinde taşıyordu. Farkında olmadan başını okşadım. O an Oğlumuz da geldi ve ' Baba Annemi taşıman lazım ' dedi. Bu hayatımızın bir parçası olmuştu, Babasının Annesini odadan Kapıya taşıması. Eşim Oğlumuzu yanına çağırdı ve ona sıkı sıkı sarıldı. Ben başımı cevirdim, son anda kararımdan vazgeçmek istemiyordum. Onu kucağıma aldım ve Yatak odasından Kapıya kadar taşıdım. Elini enseme koymuştu ve ben onu sıkı sıkı tutmuştum. Tıpkı Evlendiğimiz gün gibi. Artık Huzursuzlaşmıştım bu kadar kilo vermesinden. Son Gün onu kucağım da taşıdığımda hareket etmedim. Oğlumuz okuldaydı ve Eşime Hayatımızda ki yakınlığın ne kadar eksildiğini söyledim. Ofise gittim arabadan fırladım kapıyı kilitlemeden bunun için zaman yoktu. Her anın kararımı değiştirmesinden korkuyordum ve Merdiven den yukarı koştum, yukarı varınca Jane kapıyı actı. Ona Karımdan boşanmayacağımı söyledim. Şaşkın bir ifadeyle elini anlıma koydu ve ' Senin ateşin mi var' diye sordu. Üzgünüm Jane ama ben artık boşanmak istemiyorum dedim. Evliliğimizin renksiz kalması sevgi eksikliğinden değil, birbirimizin değerini unuttuğumuzdan dı. Şimdi aklıma geldi ki, ona Evlendiğimiz Gün kapıdan içeri taşıyınca ömrümün sonuna kadar Sadakat yemini verdiğimi........ Jane olayı anlayınca yüzüme bir tokat attı ve kapıyı kapatarak ağlamaya başladı. Hemen aşağı koşup ilk Çiçekçiye gidip Eşime bir Buket çiçek aldım, üzerinde ki Karta da'''seni her Sabah hayatımın sonuna kadar taşıyacağım'''' . Eve vardığımda yüzümü bir gülümseme kapladı, elimde Çiçeklerle yatak odasına gittim ve Eşimi yatağın üstünde Ölü buldum. Eşim aylardır Kanser ile savaşıyordu ve ben Jane ile ilgilenmekten bunu fark etmemiştim. Fazla yaşamayacağını bildiği için, beni Oğlumun bana negatif tutumundan korumaya çalışmıştı . En azından Oğlumun gözünde iyi bir Eş olarak kalmamı istemişti. İlişkide ki küçük şeylerdir önemli olan. Villalar, arabalar çok paralar değil . Bunlar hayatı kolaylaştırır ama asla Mutluluğun temeli olamazlar. İlişkine zaman ayır ve ilişkinin güven ve huzur anlamına gelecek şeylere meşgul ol. Mutlu bir beraberlik yaşa.

Adamın biri hastalanıyor.

 Adamın biri hastalanıyor. O gün canı, işe gitmek istemiyor. İçinden Allah'a şöyle bir dua edeceği tutuyor: 'Allah'ım, her gün işe gidip 8 uzun saat boyunca evim ve eşimin rahatı için çalışıyorum. Eşim ise sadece oturuyor. Ne olur, bir gün benim yerime geçip, ne kadar zor bir hayat yaşadığımı görmesini sağla.' Hikaye bu ya, birdenbire adamın dileği yerine geliyor. Ertesi sabah , karısının bedeninde uyanıyor. Hemen yataktan fırlıyor. Eşinin kahvaltısını hazırlıyor. Çocuklarını uyandırıyor. Elbiselerini hazırlıyor. Onların da kahvaltılarını yaptırıyor. Beslenme çantalarını hazırlıyor. Çocukları okula götürüyor. Eve dönüp, evi toparlıyor. Yıkanacak bulaşıkları ve çamaşırları hallediyor. Temizleyiciye götürülecek olanları eline alıp telefon faturasını ödemek için bankaya gidip sıraya giriyor. Faturayı ödedikten ve temizlikçiye uğradıktan sonra, akşam yemeği için alışverişe gidiyor. Eli kolu dolu bir vaziyette eve dönüyor. Bu arada öğlen oluyor. Evi süpürmeye başlıyor. Eşyaların tozunu alıyor. Mutfağı siliyor. Çocuklarının okuldan gelince yiyeceği keki pişiriyor. Eee artık çocukları okuldan alma zamanı da geliyor. Yolda onlarla sohbet ediyor. Okulda olanlar konusunda akıl fikir veriyor. Eve geldiklerinde derslerini kontrol edip, çalışma masalarına oturmalarını sağlıyor. Süt ve kek getiriyor. Bu arada yıkadığı çamaşırları ütülemesi gerekiyor. Ütü bittiğinde ancak akşam yemeğini hazırlayacak kadar vaktinin kaldığını fark ediyor. Hemen patatesleri soymaya başlıyor. Salata malzemelerini yıkıyor. Pilav için pirinci ıslatıyor. Etleri çıkartıp, fırın için hazırlıyor. Kocası eve geldiğinde, onu sofraya tabakları yerleştirirken buluyor. Akşam yemeğinden sonra, önce eşinin kahvesini pişiriyor. Masayı topluyor ve bulaşıkları hallediyor. Eşinin ve çocuklarının ertesi gün giyeceği kıyafetleri kontrol ettikten sonra çocukları yatırıyor. Onlara hikaye okuyor. Televizyon seyretmeye ve biraz da gazete okumaya salona dönüyor Biraz vakit geçirdikten sonra yatak odasına yatmaya gidiyor.. Ertesi sabah uyandığında hemen Allah'a yalvarmaya başlıyor : 'Allah'ım özür dilerim. Ben ne dediğimi bilmiyormuşum. Karımın hayatını rahat zannetmekle ne halt ettiğimi şimdi anladım. Lütfen beni eski halime döndür.' Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: : 'Evet, dersini aldığını görüyorum. Herşeyi değiştireceğim ama maalesef 9 ay beklemek zorundasın, çünkü dün gece hamile kaldın.

Usta ve çırak ilişkileri

 Usta ve çırak ilişkileri çoklukla zanaatkârlar için kullanılır. Özellikle bir mesleğin öğrenim kurumları yok iken, sadece pratikle öğrenildiği meslek sınıflarında usta olmak ve çırak yetiştirmek becerisine sahip olabilmek önemli bir haslettir. TDK Sözlüğü, usta sözcüğünü şöyle tanımlar; “bir zanaatı ve mesleği gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına çalışabilen kimse. Usta niyetine de ‘eli uz, işinin eri ve mahir’ gibi ek tanımlamalar yer alabilir. Çırak ise, bir mesleği öğrenmek üzere ustanın nezaretinde çalışan kişidir. Tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkisinden sıklıkla söz edilir. Büyük olasılıkla tıp öğreniminin medrese tedrisatı günlerinden kalma bir yaklaşım olmakla birlikte, günümüzde de tıp öğreniminin ustalık hasletleri ve sabırla izlenecek çıraklık evreleri söz konusudur. Genç doktorlar, günümüzde büyük olasılıkla modern tıp eğitimi kurumlarının yadsınamaz katkısı ile teorik olarak çok şeyler bilerek hayata atılırlar. Ancak deneyimlerimle iyi biliyorum ki, kalın kitapların bile içeriğinde olmayan bazı gündelik yöntemleri ve usulleri onlara usta doktorlar, yani kıdemlileri öğretirler. Burada işin püf noktası, usta konumundaki doktorun yılların deneyimleri ile elde ettikleri pratik becerilerini kıskanmadan ve yüksünmeden genç meslektaşları ile paylaşabilmek hasletleridir. Çırak konumunu içine sindirmeyi bilebilen genç doktorlarında, yılların imbikten süzülmüş deneyimlerini kolayca sahiplenebilmek olanağını elden kaçırmamaları için ustalarına karşı saygılı davranabilmeyi unutmamaları gerektiğidir. Size, tıp mesleğindeki usta ve çırak ilişkisine ilişki bir küçük fıkra sunacağım. Sanırım böylece konuyu daha iyi değerlendireceksiniz. Uzun yıllar küçük bir kasabanın tek ve yaşlı hekimi olan tıp insanının emeklilik günü gelmiş çatmış. Yerine de okuldan henüz mezun bir genç doktor atanmış. Yaşlı doktor, genç meslektaşını karşısına alarak kısaca kasabayı kısmen tanıtmaya çalışmış. Sonra da, o gün için evlerinde muayene olmak talepleri olan birkaç hastayı birlikte gezerek muayene etmek kararını almışlar. İlk gittikleri evde nispeten yaşlı bir kadın yatağında yatıyormuş. Şikâyeti sorulan kadın hasta, sindirim sistemi ile ilgili yakınmalarını anlatmış. Her ikisi de hastayı kısaca muayene etmişler. Muayene sonrası yaşlı doktor hasta kadına hitaben konuşmuş; “Senin sorunun bolca çiğ meyve tüketmenden kaynaklanıyor. Bu nedenle çiğ meyveleri azaltmalı ve kısmen komposto halinde tüketerek sindirimlerini kolaylaştırıcı önlemi almalısın!” Yaşlı kadın bu tavsiyeden memnun olmuş ve teşekkür ederek önerildiği gibi davranacağını ifade etmiş. Bu evden çıkar çıkmaz, genç doktor kıdemli doktora nasıl kolayca bu tanıya varabildiğini sormuş. Yaşlı doktor; “Dikkat etti isen elimdeki stetoskobu bilerek yere düşürdüm ve yatağın altına göz attım. Yatak altında bolca taze soyulmuş meyve kabukları vardı”, demiş. İki doktor, birlikte ikinci adrese gitmişler. Burada da hasta olan genç bir kadın varmış ve yatakta yatıyormuş. Kadının şikâyeti ise; şiddetli halsizlik ve yorgunluk hissi ve nerede ise yataktan hiç çıkmamak arzusu imiş. İki doktor ayrı ayrı kısaca muayene etmişler. Yaşlı doktor teşhisini bildirmek üzere genç doktora öncelik tanımış ve ‘buyurun’ diyerek geri çekilmiş. Genç doktor, yatakta yatan genç kadın hastaya yönelerek; “Anladığım kadarı ile kendinizi ruhani dünyaya terk etmiş ve yaşamınızı nerede ise kiliseye koşut kılmışsınız. Yataktan kalkarak biraz da dünyevi meşgalelerle oyalanın”, demiş. Her iki doktor dışarı çıktıklarında, yaşlı doktor genç arkadaşına dönerek tebrik etmiş ve kendisinin de bu hasta kadını nerede ise her gün kiliseye giderken gördüğünü anlatmış. Ve eklemiş; “Merak ediyorum, bir defada nasıl bu tespite varabildiniz?” . Genç doktor; “ Siz kadını muayene dereken ben de geçen defa sizden öğrendiğim gibi stetoskobumu kasten yere düşürdüm ve çaktırmadan yatağın altına baktım. Orada, rahibi gördüm, yatağın altında büzülmüş yatıyordu”. Değerli ve arif okurlarım, sanırım kolayca anlamış oldunuz tıp mesleğinde de usta ve çırak ilişkilerinin önemini!.. Erdal Akalın (10.03.2015)

Umberto Eco

 

Umberto Eco, 
'İnsan kendine özgü bir biçimde olağanüstü bir yaratıktır.
Ateşi keşfetti,şehirler inşa etti,muhteşem şiirler yazdı,dünyaya çeşitli yorumlar getirdi,
mitolojik imgeler yarattı vs.Fakat aynı zamanda hem cinslerine savaş açmaktan,yanılgıya düşmekten,çevresini yok etmekten vs.bir türlü vazgeçemedi.
Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti,öbür kefesine bayağı salaklığı koyduğumuzda terazi neredeyse dengede kalır' diyor..

Bugünkü yazımın konusu ulusun bireylerinin bayağı salaklıktan,yüksek zihinsel meziyete ulaşmasının tek yolu eğitim ve öğretim idi...
Kendini yaratan insanın yukarıdaki benzetmedeki dengeyi  olumlu tarafa getirmesinin kavgası kısaca.

Eşitlik adı altında hak etmeyene verilenlerle geldiğimiz ve 
geleceğimiz bir noktanın olamayacağı çok açık..

Hafta sonunu bir alıntıyla tebessüme dönüştüreyim:

CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER?

 CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? (Alıntı) Daha ilk okuldayım. Evde telefon çaldı. Koştum, açtım. Babamın okul arkadaşı Kerim amca. O da babam gibi öğretmen. Çocukluğumuzun öğretmenleri işte… İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başladı.... -Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir? - Zafer, Konya’nın plakası kaç? Hepsini yanıtlıyorum. Ardından o zaman bana çok garip gelen bir soru geliyor: -Zafer, ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER? Şaşırıyorum. - O nasıl soru Kerim Amca? Kerim Amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak,” diyor. “Okulun akıllısı Zafer. Yanıtını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana ver. Sonra da babana sor. O sana yanıtını verir.” Babamla Kerim Amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum: - Baba, Kerim Amcam sordu. On yumurta kaç öğretmen eder? Babam da gülmeye başlıyor. Ardından, gülerek başlayan, ama bittiğinde ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor: Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu. Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur. 1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar. Tabii yürüyerek. Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var. Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş. Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok. Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar. Kalemi de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar. İkisi de başarmıştır. Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün. Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, şimdi Hükümet Konağı'nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte… Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler. İkinci gün de sınav başarılıdır. Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamı… Babam, öykünün sonun şöyle bağladı: BAK OĞLUM, KÖYDEN ON YUMURTAYLA ÇIKAN İKİ ÇOCUĞUN ÖĞRETMEN, SUBAY, MÜHENDİS, MİLLETVEKİLİ HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLDİĞİ YÖNETİME CUMHURİYET DENİR. (Alıntı)

Son günlerimde bir hayat ödünç aldım.

 

Son günlerimde bir hayat ödünç aldım. Geri vereceğimi bile bile yaşadım onu. Geri vermeyebilirdim ama hırsızlık olurdu. İçine girdim o hayatın. Planlarımı ona göre yaptım. Hayallerimi onunla kurdum. Aynaya baktığımda onu gördüm. O hayatı… Öyle alıştım ki, başkasının olduğunu unuttum. Kollarındayken bu tatlı yaşamın, hatırlamam mümkün değildi zaten. Birkaç gece hatırlattı bana gerçi. “Bak, bugün beni yaşadın ama, yarın olmayabilirim. Unutma, beni ödünç aldın.” Sorun değildi, öyle benimsemiştim ki, kaybetmenin acısını da göze almıştım.

 

 

Bir gün rafa kaldırıp kendi hayatımı yaşamaya çalıştıysam da başaramadım. Zordu. Çok zor… Raftan onun kokusu sinince odaya, çıkardım yine oradan. Giydim üzerime. Yakıştı da… Ama o hayat, başkasının bedenine göre biçilmişti.

Bir gün geldi o beden. Çıplak kalmış, üşümüş, özlemiş… Ödünç hayatıma, “Seni yeniden giymek istiyorum!” dedi. Çıkaramadım üstümden. Kestim. Önce bir kısmını verdim. Sonra birazını daha… En son, son parçayı da verdim.

Şimdi ben üşüyorum. Çünkü çıplak kaldım. Özledim. Yeni bir hayat dikmeye gücüm yok üstelik. Yapılacak tek şey, o hayatı hayranlıkla izlemek.

Teşekkür ediyorum ona, her şey için.

Adını daha önce duydunuz mu, bilmiyorum? Ben yeni öğrendim.


 
1966 yılında Quebec - Portneuf'da dünyaya gelmiş.
 
Omuzlarına dökülen uzun kızıl kahve saçları, iri gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve iki minik gamzeyle vurgulanmış narin yüzüyle bir "top model"
zannedebilirsiniz, ama değil.
 
Lynda Lemay bir şarkıcı. Repertuarında 500'den fazla "şanson" olduğunu okudum, internet sitesinde. Genizden gelen buğulu bir sesi var, insanin içine işliyor.
 
İşte o şarkı.
 
Lynda Lemay'in bir şarkısını kuzenimin "50. yaş günü"nde dinledim.
 
Şarkının adı "Un homme de 50 ans"... (50 yaşında bir adam!) Sözlerin
Türkçe çevirisini de aldım kuzenimden.
 

 Şöyle diyor:
 
"50 yaşında bir adam arıyorum.
Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş.
Her şeyi istemiş.
Şimdi artık ne istediğini bilen...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Her borca girmiş, her borcuödemiş.
Sonra yeterince para edinmiş.
Ama paradan gözleri kamaşmamış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Yaşamış, her tütünü içmiş, her içkiyi devirmiş.
Yeteri kadar kadın tanımış..
Ve artık başkalarını aramayan...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Veremeyeceklerinin farkına varmış.
Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış.
Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Kendini en kötüye hazırlamış.
Zamanın neleri iyileştirmeyeceğiniöğrenmiş.
Çok cenazeler kaldırmış...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Gerçeklerle yüzleşebilen,
Yalan söylememe cesaretini edinmiş.
Hislerinden kaçmamayıöğrenmiş...
 
50 yaşında bir adam arıyorum.
Kendini artık ciddiye almayan,
Yüzünde kırışıklıkları olan.
Beni sükûnetle seven.
 
Ve benim için elinden gelecek herşeyi iyi yapan, 50 yaşında bir adam arıyorum."
 
Aznar'ın 'hayat' dersi:
 
Gençlik yıllarımızda birisinin 50 yaşında olduğunu öğrendiğimizde kendimizi bir "canlı cenazeye" bakıyormuş gibi hissederdik.
 
Ellime basmaya iki yıl kala bunun hiç de öyle olmadığını biliyorum artık.
Kadınların ve erkeklerin bir "son kullanma tarihleri" olmadığını, aradan geçen yılların insan yaşamını daha anlamlandırdığını da öğrendim bu süre içinde...
 
Ama sanırım yaşamımın en büyük "50 yaş dersini" de İspanya Başbakanı
Jose Maria Aznar'dan aldım...
 
Aznar, geçen yıl 50 yaşına bastığında politikayı bırakmaya karar  verdi. Aznar, kararının gerekçesini Le Monde'a anlatmış.
 
Şöyle diyor (Erdal Safak'tan aktarıyorum):
 
"Hayattaki her şey gibi iktidarın da bir 'SINIRI' olmalı. Uzatmak faydadan çok zarar getirir. Biliyorum, siyasetçilerin henüz iktidara geldiği ya da iktidara ulaşma umudu taşıdığı yaşta ayrılıyorum. Ama yeni bir yaşama başlamak için de en uygun yaşta bırakmış oluyorum."
 
50 yaşına gelmiş bütün kadınların ve erkeklerin kulaklarına küpe yapmaları gereken bir söz bu. Sadece insanin yaşamdan ne beklediğini en iyi bilebileceği bir yaşta değil, ayni zamanda o yaşamı kurmak için de en uygun yaştasınız..