Bir Çocuğu Geleceğin Suçlusu Yetiştirmenin Sekiz Basit Kuralı: 1. Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla! Ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın... 2. Fena sözler söylediğinde gül! Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın... 3. Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın! Bırak, on sekizine gelince kendisi karar versin... 4. Yerde bıraktığı her şeyi kaldır; kitaplarını, giysilerini, papuçlarını.. Onun için her şeyi sen yap! Ki, sorumlulukları hep başkalarına yüklesin... 5. Onun önünde sık sık kavga et! Ki, bir gün aile parçalanırsa hiç şaşırmasın... 6. Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma! Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin... 7. Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın... 8. Komşulara, öğretmenler, polise vs. karşı hep onun tarafında ol! Ki, hepsine karşı önyargılarla davransın... Evet, evet bütün bunları yap! Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse kendinden özür dile; ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine teşekkür etmeyi de ihmal etme sakın! Üstün Dökmen
Sayfalar
- Ana Sayfa
- Potrem
- C.Borandağ Kimdir?
- Bozlar
- 46 AYNEN MARAŞ
- AQ Biriç
- Asker Oldum Piyade
- TKY
- Bir Şiirdir Yaşamak
- Fıkralar
- Kendini Yönetme İlt.
- Küçük Asker
- Türk Mutfağı
- Sözler Düşünceler
- Bir Şiirsin Sen
- Mehmetcik
- Pazarcık
- Nurhak
- Düşünüyorum O Halde Gülüyorum
- Bir Subayın Anatomisi
- Devrim Günlerinde Aşk
- Küçük Paris
- Çanakkale Geçilmez 1915
- Düşüncelerin Kaynağı
- Cem
- Sarıkamış
- Ulusal Kurtulus Savaşı
29 Ağustos 2022 Pazartesi
ANNE DEMEK NE DEMEKTİR BİLİR MİSİN ?
Yenilen her lokmadan sonra alkış kıyamet koparan,şenlik havasına bürünendir. * Çıkan her pirinç tanesi diş için tüm hısım akrabaya telefon açandır. * Tüm hafta hayalini kurduğu pazar kahvaltısına oturup asla yiyemeden kalkandır. * Sabaha kadar kırk sefer uyanarak,sabah kalkıp zombi gibi işe gitmektir. * İşten eve geç gelmenin vicdan azabıyla bebeklerinin yanına kıvrılıp saatlerce koklayandır.. * Eskiden hergün uğradığı kuaförünün yolunu unutandır. * Çaydanlığın kapağı ile pet şişeyi kapatmaya çalışandır. * Parça pinçik olmuş pazar gazetesini birleştirip okumaya çalışandır. * Gecenin bir yarısı gözü kapalı süt ısıtıp,gözü kapalı geri dönendir. * Saatlerce leblebi parmaklı ayakları öpmekten sonsuz keyif alandır. * Temcid pilavı tadındaki baby tv yi seyretmektir.* Bebek şef şarkısı söyleyerek,fırsat bu fırsat deyip birşeyler yedirmeye çalışmaktır. * Üzümün çekirdeklerini tek tek çıkarmak,mısırı tanelere ayırmaktır. * İşten yeni gelmiş ve içeri ilk adımı atmışken,"Anne atttaaaaa" sözleriyle çark edip,en yakın parkın yolunu tutmaktır. * Anne demek bebek havuzunda yüzmektir. * Başka bir anneyi nerede görürse görsün "Seni çok iyi anlıyorum tatlım "bakışı atandır. * Aşı takvimini ezbere bilendir. * Kazara kendi için alışverişe gidip nasıl olduysa bebek kıyafeti dolu poşetlerle geri dönendir. * Ne kadar sert olursa olsun hayır demeyi beceremeyendir. * İşe yetişmek için düğmelerini bahçede ilikleyendir. * Uyduruk ninni besteleyendir. * Çantasında sürekli Oyuncak kurbacık,ıslak mendil ve kreker taşıyandır. * Son teknoloji telefonu denize atıldığında ,diken diken olmuş her bir saçına rağmen,annecim telefonlar yüzemez diyebilendir. * Anne demek eskisinden bin kat daha güçlü olmak demektir. * Anne demek hayatının sonuna kadar ve sonunun da ötesinde birileri için endişelenmektir. * Anne demek iki küçük melekle,gururla,küçük dağları ben yarattım edasında yürüyebilmektir. * Anne demek yüreyini parçalara bölüp herbir parçayı özenle onlara sunmaktır. * Anne demek 9 ay karnında taşımak değil,ömrünün sonuna kadar yüreğinde taşımaktır... ÇAY Sokağı Sakinleri
Adamın birisinin
Adamın birisinin, arabasının lastiği tam tımarhanenin önünde patlar. Adam arabayı kenara zor yanaştırır. Sonraki işlem malum... Kriko, stepne, bijon anahtarı ve tekeri söker. Ama söktüğü 4 adet bijon, yuvarlanıp yağmur mazgalına düşer. Mazgal açılır gibi değil, bijonlar görünmüyor bile. Adam bir sağına bakar, bir soluna bakar, çaresiz kaldırıma çöker. Olayı en başından beri tımarhanenin demir parmaklıklı penceresinden izleyen bir deli, seslenir; - Ula salak! Sen ne yapıyorsun orda öyle? - Sorma birader,lastik patladı ve değiştirirken bijonları mazgala düşürdüm. - Düşündüğün şeye bak! Diğer lastiklerden birer tane bijon çıkar. Hepsi 3 bijonlu olsun. Seni, lastikçiye kadar idare eder. Adam hemern denileni yapar. Ve akıl hastanesindeki deliye seslenir: - Senin ne işin var tımarhanede? Cevap müthiştir.... - Biz burada delilikten yatıyoruz kardeşim, salaklıktan değil ! . .
26 Nisan 2022 Salı
BAŞARININ SIRRI
İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu. İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok. Herkese başarılar dilerim.
28 Ocak 2022 Cuma
DURUM: Bir tavuk,
DURUM: Bir tavuk, bir yolda karşıdan karşıya geçer. SORU: Tavuk karşıdan karşıya niçin geçer? YANITLAR: RENE DESCARTES: Yolun öbür tarafına geçmek için. EFLATUN: İyiliği için. Gerçek, öteki taraftadır. ARISTOTELES: Karşıdan karşıya geçmek tavuğun doğasıdır. KARL MARX: Tarihsel olarak kaçınılmazdı. HIPOKRATES: Pankreasının aşırı salgısı yüzünden. MARTIN LUTHER KING JR.: Tüm tavukların nedenini açıklamak zorunda kalmadan özgürce karşıdan karşıya geçtikleri bir dünya düşlüyorum. RICHARD M. NIXON: Tavuk karşıdan karşıya geçmedi. Tekrar ediyorum, tavuk asla yolun karşısına geçmedi. SIGMUND FREUD: Tavuğun karşıdan karşıya geçmesiyle ilgilenmeniz, sizde güçlü bir cinsel güvensizlik duygusunu ele vermektedir. BUDDHA: DURUM: Bir tavuk, bir yolda karşıdan karşıya geçer. SORU: Tavuk karşıdan karşıya niçin geçer? YANITLAR: RENE DESCARTES: Yolun öbür tarafına geçmek için. EFLATUN: İyiliği için. Gerçek, öteki taraftadır. ARISTOTELES: Karşıdan karşıya geçmek tavuğun doğasıdır. KARL MARX: Tarihsel olarak kaçınılmazdı. HIPOKRATES: Pankreasının aşırı salgısı yüzünden. MARTIN LUTHER KING JR.: Tüm tavukların nedenini açıklamak zorunda kalmadan özgürce karşıdan karşıya geçtikleri bir dünya düşlüyorum. RICHARD M. NIXON: Tavuk karşıdan karşıya geçmedi. Tekrar ediyorum, tavuk asla yolun karşısına geçmedi. SIGMUND FREUD: Tavuğun karşıdan karşıya geçmesiyle ilgilenmeniz, sizde güçlü bir cinsel güvensizlik duygusunu ele vermektedir. BUDDHA:
O zamanlar tığ gibi delikanlı
O zamanlar tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Oyuncu bir de, Mavi Boncuk filmini cekiyoruz. Bir gün setten çıktık eve gidiyoruz. Ben Laleli'de oturuyorum. Kemal, benden önce çıktı. Herkes yevmiyesini almış, taksiyle giden gitti, kendi arabasıyla giden gitti. Ben baktım ki Kemal yürüyerek gidiyor; üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor. Merak ettim, nereye gidiyor bu adam böyle diye. Uzun süre yürüdü,sonra bir bankta bir adam yatıyordu. Kaldırdı adamı, bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım. Sonra biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm... Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım: 'tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?' dedim. 'Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana..' dedi. Teşekkür ettim. Az ilerdeki lokantaya gittim: 'Az önce gelen beyin borcu mu var size?'dedim. tanımadılar beni: 'Kemal abi'nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz, o da sağolsun, onların yemek masrafını öder...' dedi.. Ertesi gün Kemal'in yanına gittim. 'Sen ne güzel bir adamsın ya..' dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım.. 'Ölme sen benden önce..' dedim, ama dinletemedim... Yazan: Emel Sayın
Barış Manço Fransa'da
Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur. Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir. Sürekli, " İşte Türk, yani barbar, vahşi vs... " demektedir... Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere " Yanınızda kâğıt para var mı? " diye sorar! Bu soruya spiker şaşırır ve " Evet var ama n'olacak " der. Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır. Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: " Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan" (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992). Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir... Barış Manço spikere sorar: " Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim? " Spiker: "General ." Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır, "General, Amiral, "Komutan" Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır... Barış Manço der ki: Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir... Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür... Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür... Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamalarımızın fotoğraflarını bastık... Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!" der... Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço'dan ve Türklerden özür diler.. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! Kaleme Alan "Murat Yatağanbaba" ya Teşekkürler...
CUMHURİYET NEDİR? ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER?
(Alıntı)
Daha ilk okuldayım. Evde telefon çaldı. Koştum, açtım. Babamın okul
arkadaşı Kerim amca. O da babam gibi öğretmen. Çocukluğumuzun
öğretmenleri işte… İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta
öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başladı....
-Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir?
- Zafer, Konya’nın plakası kaç?
Hepsini yanıtlıyorum.
Ardından o zaman bana çok garip gelen bir soru geliyor:
-Zafer, ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER?
Şaşırıyorum.
- O nasıl soru Kerim Amca?
Kerim Amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak,” diyor. “Okulun akıllısı
Zafer. Yanıtını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana
ver. Sonra da babana sor. O sana yanıtını verir.”
Babamla Kerim Amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum:
- Baba, Kerim Amcam sordu. On yumurta kaç öğretmen eder?
Babam da gülmeye başlıyor. Ardından, gülerek başlayan, ama bittiğinde
ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor:
Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan
yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu.
Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur.
1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki
öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek
olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar.
Tabii yürüyerek.
Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var.
Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak
kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi
evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş.
Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok. Yaklaşık
yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala
giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar. Kalemi
de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar.
İkisi de başarmıştır. Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün. Bu
iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken,
şimdi Hükümet Konağı'nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede
geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte…
Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir
kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi
de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler.
İkinci gün de sınav başarılıdır. Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy
Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın
öğretmenlik yaşamı…
Babam, öykünün sonun şöyle bağladı:
BAK OĞLUM, KÖYDEN ON YUMURTAYLA ÇIKAN İKİ ÇOCUĞUN ÖĞRETMEN, SUBAY,
MÜHENDİS, MİLLETVEKİLİ HATTA CUMHURBAŞKANI OLABİLDİĞİ YÖNETİME
CUMHURİYET DENİR. (Alıntı)
BAŞARININ SIRRI (MUTLAKA OKUYUN)
İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok
başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı.
Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir
sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu
bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını
ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye
başladı.
Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün
görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak
ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını
dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini
çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken
de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada
buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam
geldiği gibi hızla gözden kayboldu.
İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise
John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına.
'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e
ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu
değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle
yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük
demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden
yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra
tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.
Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para
kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl
sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin
gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini
gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir
hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok
sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli
olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John
Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip
onunla birlikte uzaklaştı.
İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl
boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış,
yapmış ve satmıştı.
Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.
Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.
Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda
olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.
Herkese başarılar dilerim.
GÜLEREK DÜNYAYA BAKMAK
Gülmeden geçirilen bir gün yaşanmamış sayılır der Fransız atasözü.
Toplum içinde yaşadığımız için, elbette güleceğiz, eğleneceğiz. Günümüzü
güzel geçirmeye çalışacağız. Ruh ve beden sağlığı yerinde olan
insanlar, dengeli neşeli, karşıdaki insanları kırmadan dökmeden, ironi
yapabilir, kinayeli konuşmalar olabilir. İnce ince Yasemince cinsinde
alayımsı tebessümlü esprilerde yapılabilir. Espri yapmak bir zekâ
işidir. Ama karşıdaki insanın kültürü atmosferi, kişiliği de göz önüne
alınmalıdır. Her gün aynı yaşayan bütün ömrünü bir gün yaşamış gibi
olur.
Arkadaşla sohbet ve muhabbetlerinde bencilliğe yer yok. Hep ben
konuşayım, karşısı dinlesin.
- Ne olursunuz dostlar hanımın beni evde konuşturmuyor. Hiç olmazsa
burada kendime zaman buluyorum, fazla konuşayım. Ama bugünlerde moralim
çok bozuk, bol bol espri şaka konuşuruz, deşarj olurum.
- Diyemeyiz.
Madem demokratik bir ortamdayız. Kaç kişi isek zamanı bölerek hepimiz
eşit şartlarda düşüncelerimizi, fikirlerimizi söyleye biliriz.
Dinlemesini bilmekte bir erdemdir. İnsan konuştukça ne bildiğini söyler,
dinledikçe de bilmediğini öğrenir. Bazıları da ne kadarda güzel
konuşur. Konuşma kurallarını bilir. Ses tonunu ayarlar. Sanki
karşısındaki insanın ruhuna hitap ediyormuşçasına konuşur.
- Deriz ki hep o konuşsa da bizler hep dinlesek!
- Denk bejler böyle değil mi?
Nasılda ballandıra ballandıra masal anlatırlar. Masalları anlattıkça
insanlar, gerçek üstü, masalımsı düşüncelere dalarlar. Sonrada gerçek
düşünce ve davranışlara yönelir.
- Hayatın bazı bölümleri de böyle değil mi?
Zaman zaman olmadık şeyleri düşünür, garip hallere dalarız. Ama hayat
böyle değil hayatın provası yok. Bazı zamanlarda saniye içinde karar
vermemiz gerekiyor. Araba kullanırken nasıl Saliselerin değeri var. O an
kafanız başka yerde olursa, kaza yapmamanız imkânsız.
- Bu kadar lafı neye söyledik ki...
Demek istiyoruz ki şaka yapmakta Entelektüel boyut ister, kültür ister,
insan psikolojisinin ruh hallerini bilmek ister. Ortamın atmosferin
olgun olması gerekir. Bazı insanlara bakın, el şakası yapmayı çok sever.
El şakalarını boyutu ayarlamak gerekir. Uçurum kenarında sırf gülmek
için el şakası yapmak pek te akıllı işi değildir. Ölümlere sebep
yaratmamalıdır. Avam kültüründe el şakası yapmak geçerli, çünkü her
hareketini beden dili ile yapmayı sever. Beden dilini gücü yüksektir.
Bir bakışı bir tarzı çok şeyi ifade eder. Hep diyoruz dil kırmızıdır.
Sağa sola döner yalanda söyler. Ama beden dili yalanı bilmez. Batı
toplumları, kültürlü toplumlar, konuşma dili çok kuvvetli, edebiyatı
kuvvetli, konuşmaları insana zevk ve neşe verir. Belki de birkaç dil
bilindiğinde fazla memleket dolaştığında insanın bilgi ve görgüsü artar,
anlatacakları çok şekilde anlatır, dilin çok şekli vardır. Onun için
diyoruz ki kültürlü toplumlarda latifeler şakalar, espriler, ironiler,
alaylar, belirli bir atmosfer içinde geçer. Film şeridi gibi tadına
doyum olmaz.
Komedi sanatçılarına bakın, anlattıkları şeylere önce ortamını yavaş
yavaş hazırlar, tam kıvamına geldikten sonra da peş peşe esprileri
sıralarlar. Çünkü seyircinin kıvamını yakalamıştır artık. Önemli olan
kişinin ve ortamın hazır olması. Komedi sanatların en zorudur. Onun için
komedi sanatçıları yapacakları komediyi ayna karşısında en az kırk defa
tekrarlar.
Konferans konuşmacıları, kürsüye çıkana kadar konuşmalarını, önceden beş
altı kez tekrarlar, hazırlar sıraya koyar ve kurgular. Hangi bölümde
beden dilini devreye sokacağını, nerde ses tonunu ayarlayacağını, ciddi
konuları anlatırken seyircinin dikkatini kendine çekmesi için nereye
espri yerleştireceğini çok iyi bilir. Çünkü konusuna hâkimdir. Bir
konferans verebilmek için uzun süre çalışma yapmıştır.
Komedi sanatçıları her gün bütün gazeteleri okurlar, bol bol kitap
okurlar, basını takip ederler, sonra da esprileri hazırlarlar. Bazı
sanatçılar devamlı minibüslerde, otobüslerde, uçakta, alışveriş
merkezlerinde gözlemler yaparak, gerçek insan yüzlerini komediye
dökerler ve bu yöntem, çok işe yarar. Zaten espri yapan insanlara bakın
genelde toplumu çok iyi gözlemleyenlerdir. Böyle insanlar bir anlamda
toplumun psikologlarıdır. İnsanlar boşuna sirklere gidip hayvanların
hareketlerini, palyaçoların komikliklerini izlemez ki.
Maraş insanı sevgi doludur. Gülmeyi sevdiği gibi, güldürmeyi daha çok
sever. Doğanın gücü aşkı, insanları adeta sevgiye davet eder. Yörenin
balkon sefaları meşhurdur. Gün boyu yaz ayların da yanar yer gök.
Evimizin balkonu, serin mi serin. Püfür püfür Kartalkaya barajından
esintiler gelir. Kavaklar genç kızlar gibi nazlı nazlı sallanır.
Akasyaların kokusu, komşu bahçesinden güllerin kokusu, balkona doğru
yükselir. Elimizi uzatınca dut dallarını tutar, serçeler nasiplerini
alırken, bizde avuç avuç dut yeriz. İncir ağaçları sanki gönül koyar
gibi, benim zamanım geldiğinde benimde tadıma bakın der, rüzgârda
sallanır durur.
- Ağız yemeğince yüz gülmez ki
Akşam yemeklerini tadı bir başkadır. Fırında kuzu tava yapılmış,
lahmacunlar sıra sıra bekliyor. Köpüklü ayranlar, ayranım ayranım ekşi
ayranım türküsünü söylüyor. Diyarbakır karpuzu sıra bana geldiğinde
yemezseniz gönlüm kalır diyor. Espriler takılmalar şakalar gırla
gidiyor. Yine de bizim toplumda okumuş, güngörmüş, yaşamında tecrübeli, o
zamanların konuşmaları dinlemek, biraz da hasretliği gidermek ne
güzel... Şakalar gülüşmeler peş peşe gelir.
Ama dut ağacının yaprakları radyo teybi gibi sanki kayıt yapıyor
gibidir. Birkaç gün sonra hakkında konuşulan her şeyi sergilemeye
başlıyor. Ne derseniz deyin laf sahibini buluyor. Ok gibi saplar, acıdan
kıvranarak sizde benim hakkımda konuştunuz der.
- Canım ne olacak gizlimiz saklımız yok. Biraz, espri katarak
anlatıyoruz.
- Sonra o kadar da deli kanlı değiliz, insanların yüzüne söyleyecek
kadar.
Her ne kadar söylüyor olsak ta yüze karşı, arkadan lafların kadevesi
oluyor. Ne de güzel oluyor olsa develer, esprileri develere yükle
gitsin.
Espriler şakalar gırla giderken herkes birbirine nazı oranında
takılıyor.
Her düşünce fikir, söylediğin ortam dost ortamıdır.
Uzakta olunca, memleket özlemlerim artıyor. Çok sıkılmıştım, üzüntülerim
olmuştu. Memlekete gider, dost ortamında moral bulur, kendime gelirim
dedim. Kafamın kontağı bozulmuş, çalışmıyor. Tahtaları eksilmiş.
Diğerleri de, üstüme bastırınca, gıcır gıcır ses çıkarıyordum. Beynim
aklım değişmişti. Ruhum bedenim kendini moralsiz hissettiğinde en iyi
doktor memleketimin havasıdır, dost topluluğudur. Ruh hastalıkları da
tavsiye ediyor.
Yurt dışında bunalım geçirenlerin, normal yaşadığı ortamda olması
gerekir, o zaman sağlığına kavuşur diyorlar. Yurtdışında kendini ayrı
ortamda hisseden insan bunalım geçirmesinde ne yapsın.
Doktor tavsiyesi
- Memlekete gideyim özlemlerim bitsin sıkıntım geçer derler.
Bende, ekonomik kriz içindeyim. Türkiye’de çok büyük kriz var 99- 2001,
ona rağmen kız kardeşimle anneme hiç mağdur etmedim. Paramız bitti
dediklerinde yine bankadan faizle para alıp yolluyordum. Memlekete
yollandım. Baktım kız kardeşim Süreyya’nın sağ elin bileğinde bilezikler
şık şık edip duruyor. Kardeşim kendini garantiye almış, evlenme yaşım
geldi kısmetim çıkmıyor diye, üzülüyordu. Bu üzüntü ile de altın alarak,
bilezik takarak gideriyordu. Durumumu anlatıyordum ama o sanki doğru
söylemiyormuşum gibi sanıyor, çok param varmış gibi beni,
Vehbi Koç olarak görüyordu, bende gönderiyordum. Yemek yedikten sonra
aklım başıma geldi, servis yapan kardeşimin kolları şıngır şıngır, altın
sesini duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Ben krizden kıvrandıkça o
tepemde altın bilezikleri ile Kemal abi şık şık deyip hava atıyor. Ne
yapacağımı şaşırdım.
- Dedim ki, anam babam vicdanlı insanlardı, her halde bunu aceleye
getirmişler, içine vicdan koymayı unutmuşlar, kazaya gelmiş herhalde...
Anneme niye bu kadar çocuk oldu dediğimde,
Her seferin de;
- Kaza oldu oğlum deyip duruyor.
Bir seferin de yine böyle çok sıkılmıştım. Yine memlekete gidip
rahatlamak istedim. Ocak Şubat ayları idi.
Kardeşim bana
- Kemal abi, buralar kar kış fırtına bora zaten, çoğu yerlerde yollar
kapanmış. Bizim harçlık paralarını yolla, senin gelmene gerek yok dedi.
Çok moralim bozulmuştu. Bunlar beni döviz yumurtlayan tavuklara
benzetiyorlardı. Demek ki tavuk kadar aklım kalmamıştı. Bu kadar bunaltı
içinde
- Ey Allah’ım! Ben herkesin Allah’ı zannediyorken, ama sanki maalesef
bazılarını daha fazla kolluyorsun. Demekten başka bir şeyim kalmamıştı.
Temmuz Ağustos ayı oldu, memleketin en sıcak zamanı yine memlekete
gideyim dedim. Kardeşim;
- Kemal abi buralar yanıyor, su yok, barajda kurudu. Dışarıda insanlar
baygınlık geçiriyor, dışarıya çıkmıyorlar. + 40 dereceyi geçiyor. Sende
yaşlısın sıcağa dayanamazsın, her taraf sivrisinekten geçilmiyor, sende
ne kadar kan var ki hepsini emecekler, kansız kalırsın. Sen para gönder
gelmene gerek yok dedi.
Bende;
- Paralı geliyorum canım, bol bol karpuz, kavun, üzüm yemeği,
memleketimin kebaplarını, lahmacunlarını, tavalarını özledim. Öleceğimi
bilsem bile geleceğim dedim.
Hiç olmazsa öbür dünyaya tok giderim. Hele bu yemekleri yedikten sonra
birde üstüne Maraş dondurması yemek cana can katar dedim.
Memlekete gittim. Köylük yerlerde doğa ile birleşiyor insan. Keçiler
koyunlar, evin koruyucusu bekçi köpeği, börtü böcek, dut ağaçlarında
ötüşen mutlu serçeler, kargalar, yeşillikler içinde bir cennet köşesi.
İçime huzur dolmuş, bir mutluluk gelmişti. Balkon sefamız, barajdan da
rüzgâr püfür püfür esiyor. Sofra kuruldu. Herkesin neşesi yerinde gırgır
şamata espriler yapılıyor. Baktım istihbarat elemanları kertenkeleler,
böcekler, akrepler, yılanlar dolaşıyor.
Kız kardeşime;
- Burası hayvanat bahçesi mi dedim
O da;
- S.kt.r ol git beğenmiyorsan dedi. Odunları içerde bulunduruyoruz.
Kışın soba ve banyo yakmak için, onlar gelirken beraber gelmiş dedi.
Bende korkumdan sus pus oldum. Sessizce;
- Epey karıncada varmış dedim
Erkek kardeşim;
- Karıncaların zararı yok, bırak kardeş kardeş yaşayalım dedi.
Kertenkeleler yanan ampulün yanında, tavanda dans ediyorlar. Belki
onlardan birkaç dans figürü öğreniriz diye düşündüm. Tavanda nasıl dans
edilecekse artık o saatten sonra herkes saçmalıyor. Saçmalamakta bir
ihtiyaç, çünkü insan rahatlıyor. Her zaman ciddi ciddi konuşmak insanı
yoruyor. Hayat hep matematik, fizik, cebir, kimya, trigonometri, değil
ki...
Çok ta bilgili oldu mu insan, bazen bilgiler isyan ettiriyor.
- Onun için, bilgiler yalnız rahat rahat oturun. Ne olursun ben,
saçmalamak istiyorum.
Fen kitabı;
- Müsaade senin dedi.
Yazın memlekete akın akın dünyanın her yerinden gurbetçiler gelir.
Memleketini özlemiştir. Baba hastadır, doktora götür, kızı evlendir,
oğlanı evlendir, yeğenlerin düğünü vardır. Bazıları da yalnız gelmek
zorunda kalmıştır. Çünkü orada da bir hayatları vardır. Okulları işleri
vs.
Komşumuz, Zeyno’da annesi Ayşe’nin bakıcısı olmayınca doktora götürmek
için gelmiş.
Çok çalışmaktan da boyun fıtığı olmuş. İki sene de bir geldiği evini
görüp, tozunu toprağını alayım diyor. Bir taraftan da bizim
muhabbetimizi kaçırmıyor. Beni de iri yarılığımdan, kocasına benzetmiş
olacak ki, araya da biraz zaman girmiş olacak ki ister istemez özlem de
oluşmuş olsa gerek. Ben fıkraları arka arkaya sıraladıkça;
- Çok şakacısın Kemal abi küttt küttt, diye omuzuma kollarıma yumrukları
peş peşe sıralıyor.
Bu şaka mı yoksa kocasına duyduğu özlemi mi dile getiriyor, anlamadım.
Hem dövüyor gibi bir taraftan da seviyor gibi. Ben böyle bir sevme
sistemi görmedim. Kız kardeşimi anlattıkça yumruklar çok daha şiddetle
iniyor
- Çok şakacısın Kemal abi kütt kütt...
Epey yumruk yedikten sonra, yurt dışından Süreyya ya koca olacak adaydan
bahsettim, biraz yaşı var dedim. Ama onu çalıştıracağını da söylüyor.
- Aman canım, yurt dışında herkes çalışıyor dedim.
Süreyya diyor ki;
- Ona söyleyin, 40 yaşına kadar kardeşlerim bana gül gibi baktı, şimdi
de bir 40 yıl sen bakacaksın moruk, diye bileklerini şıngırta ta
şıngırta ta, cevap veriyor. Zeyno da o an bant koptu. Yumruklar arka
arkaya geliyor.
- Çok şakacısın Kemal abi küttt...
Sağ yanım çöktü. Biraz dışarı çıkıp nefesleneyim dedim gazinoya doğru
yol aldım. Yediğim yumruklardan yamuk yumuk yürüyerek gazinodan içeriye
girdim. Baktım ilerde ki masalar boş, yan tarafta anne kız oturmuş bir
şeyler yiyor içiyor sohbet ediyorlar.
Yan taraflarındaki masaya oturdum. Kız ağlamaklı bir ses tonu ile
annesine dert yanıyordu. Annesi de, çok üzülmüş ki sıkıntıdan dudakları
kurumuştu.
Kulak misafiri oldum. İçimde çok acımıştı.
Kız kayınvalidesinden dert yanıyordu. Kızın ailesinden para istiyordu.
- Evlenirken Bir şey yapmadılar çeyizliğini versinler diyordu. Yoksa
baba evine dönersin
Annesi;
- Bir emekli maaşı ile ne verelim işte o kadar yapabildik diyordu.
İçim acımıştı. Ben de esprili bir dille olayları karikatüre etmeye
başladım. Amacım ana kızı biraz olsun güldürmek sıkıntılarını
gidermekti.
- Kızım çocuğun var mı?
- Yok, daha yeni evlendik
Bende, nasihatleri sıralamaya başladım.
- Para pul bahane, mutluluğun için mücadele edeceksin çalışıp
uğraşacaksın. Sen kayınvalidenin kucağına bir çocuk ver her şey düzelir.
Parayı pulu unutur dedim,
Annesi anlattıklarımı biraz anlıyor çoğunu algılayamıyordu.
Kızına;
- Kalk kızım Bir şey anlamadım, ama bir psikoloğa gitsek bu kadar
faydalı olmazdı.
- Kalk kızım kalk eve git çok çalış çok çocuk yap bu iş tamam.
Hızla uzaklaştılar.
Etrafta olan insanlarla gülme krizine girmiştik.
Saatlerce kahkahalarla güldük.
Gülmek binlerce hücremizi yenileyerek bin derde deva oluyor.
CEMAL BORANDAĞ
Bir zamanlar Afrika’daki
Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: “Bunda da bir hayır var!” Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: “Bunda da bir hayır var!” Kral acı ve öfkeyle bağırdı: “Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?” Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. “Haklıymışsın!” dedi. “Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi” “Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı. “Bunda da bir hayır var” “Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral. “Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir” “Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?” “Ve sonrasını düşünsene…” * Alıntı
EVLATLIK
Evleneli oniki yıl olmuştu. Çocuk sahibi olamamıştık.
Tedavi için gittiğimiz doktorların hemen hepsi aşağı yukarı aynı şeyleri
söylemişlerdi. Bu gerçekleri duymak eşim için de benim için de her
seferinde yıkım oluyordu. "Çocuk sahibi olabilmeniz imkansız görünüyor"
Bu kelimelerin her tekrarlanışı umudumuzu iyice
yitirmemize neden olmuştu.
-Neden evlatlık edinmiyoruz? dedim eşime
-Sahipsiz onca çocuk varken...
Belki de Allah onlardan birine sahip çıkmamızı istiyor.
Ve belki de bu yüzden bir bebek sahibi olmamızı dilemiyor.
Yetimhanede bebeklerin bulunduğu bölüme
girer girmez, ilk onu gördüm. Ayaklarını havaya dikmiş, elleri ile
onlara ulaşmaya çalışıyordu.
Harikulade bir bebekti ve ben ondan gözlerimi alamıyordum.
-Bu... bunu kendimize evlat edinelim dedim.
Daha ilk bakışta ona karşı öylesi güçlü bir sevgi hissettim ki, sanki
doğurduğum çocuğumu emanet bıraktığım bir yerden
geri almak üzere gelmişim hissine kapıldım.
Ancak yetimhane yetkilileri evlat edinebilmenin biraz güç olduğunu
söylemişlerdi.
-Ben bu bebek için sonuna kadar mücadele edeceğim.
dedim eşime Oda zaten bu konuda en az benim
kadar kararlıydı. O günden sonra, gerçekten de onun
için çok mücadele etmek zorunda kaldık.
Bir çok araştırma, soruşturmaya tabi tutulduk.
Aylarca uğraştık ama sonunda onu bize verdiler.
Kızımızın hayatımıza girmesi ile birlikte yuvamızın
tek eksiği de artık tamamlanmıştı. O harika bir bebekti.
Eşimle ben onun için çıldırıyorduk.
Kızım okul çağına geldiğinde ona gerçeği anlattık.
Artık kendisinin öz anne ve babası olmadığımızı biliyordu. Bu gerçeği
öğrenmiş olması onda tahmin ettiğimiz şoku yaratmadı. Küçücüktü fakat
inanılmaz derecede olgun bir çocuktu.
Birgün arkadaşıyla sohbetlerine tanık oldum. Sevgili kızımın o gün
arkadaşına söylediği sözler, benim hayatımda aldığım en güzel ödül oldu.
"Ben evlatlığım" dedi kızım
Arkadaşo şaşkın bir ifade ile sordu;"Evlatlık ne demek?"
Küçük kızım şöyle yanıt verdi.
"Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir."
Hocam… Soğuk bir Aralık sabahı
Hocam…
Soğuk bir Aralık sabahı Çapa’daki odasının kapısından içeri giren,
üniversiteyi bitireli birkaç yıl olmuş genç bir biyologdu.
Kapıyı iki kere çaldıktan sonra kafasını uzattı.
─Hocam müsait misiniz? Biyoloji Bölümü’nden Avni Bey gönderdi beni…
Aramıştı sizi…
─Hatırladım, hatırladım. Melanoma (cilt kanseri) genetiği ile ilgili
çalışıyormuşsun, gel içeri gel…
Yüzünde son nefesini verirken bile eksilmeyen o tatlı gülümsemeyle
Genç adama “Kahve mi içersin çay mı?” diye sordu.
─Zahmet olmasın hocam… bir iki sorum vardı. Onları sorup sizi
çok yormadan gideyim ben…
─Zahmet filan olmaz. Ben de şimdi tomografiden çıktım. İki laflarız
işte...
Genç adam duraksadı.
─Meme kanseri tedavisi görmüştüm. Geçti bitti diyorduk. Bugün
öğrendim ki karaciğerimde de küçük bir leke varmış.
“Küçük bir leke” dediği, memesinde başlayan kanserin vücuduna
yayıldığının ilk haberiydi aslında.
Genç adam durumunun farkına varınca, endişe dolu bakışlarla, nazikçe,
“Daha sonra rahatsız edeyim sizi isterseniz?" dedi.
Hoca güldü ve “Çevrende hiç kanser teşhisi konan oldu mu çocuk?” diye
sordu.
“Hayır hocam." dedi.
─Bak o zaman sana ilk dersi veriyorum: Bu kanser denen mikrop tek başına
hiçbir gücü olmayan zavallıcıktır. Kanser tek başına kimseyi öldürmez;
ölümcül olması bir yalnızlık, bir çaresizlik, bir umutsuzluk, bir
üzüntü, bir stres arar. Ona bu fırsatı vermesen, er ya da geç çeker
gider. O yüzden sen şimdi hocanı bu zavallı mikropla yalnız bırakmayı
çıkar aklından ve anlat bakalım,
ne yapıyorsun, ne ediyorsun?”
Böyle tanışmıştık Hocam Türkan Saylan’la.
“Tanışmıştık” diyorum ama bazen tanımak için tanışmak yetmiyor.
Bazı insanları tanımak için onları yaşamak, anlamak, attıkları
her adımdan, ağızlarından çıkan her heceden bir şey öğrenmek
gerekiyor. Hoca da öyle biriydi.
O gün kapısından çıkarken "Sakın ha literatürü açıp 'Hocanın ne kadar
ömrü kaldı?" diye bakma, literatür insan hikâyesi yazmaz, rakam yazar."
demişti.
Aradan geçen yıllar içerisinde Hocayı çok daha yakından tanıma fırsatım
olmuştu. Ne zaman başım sıkışsa telefona sarılıyordum.
Bir gün “Ben bilim adamı olmaktan vazgeçtim Hocam!" diye aradım.
Kızacağını sanıyordum, kızmadı. Sadece bir öğüt verdi ki hâlâ kulağıma
küpedir: “İnsan olmaktan vazgeçme yeter.”
Hoca haklıydı. Her karar aslında bir vazgeçiştir… O yüzden
vazgeçebilirdi insan birçok şeyden ama insan kalmakta israr etmeliydi.
Böyle bir Mayıs ayında kaybettik Türkan Hoca’yı…
“Kanserden öldü."dediler.
Yalan!
Hocayı kanser öldürmedi.
Genç kızlar da okula gidebilsin diye hayatını ortaya koyan, bu ülkenin
yetiştirdiği en aydınlık yüzlü kadındı Türkan Saylan.
Onu ölüm döşeğinde “terörist” ilan edenler öldürdü. Onu televizyonların
canlı yayınlarında, gazete köşelerinde “muhabbet tellalı” ilan eden
medya pezevenkleri öldürdü.
Bakmayın siz şimdi kurdukları sahnede oynadıkları “masum” rollerine…
Türkan Saylan’a ölüm döşeğinde ‘darbeci’ diye operasyon yapılırken
sessiz kalan, cenazesine katılmaya tenezzül etmedikleri gibi bir çiçek
bile göndermeye korkanlar yüzünden öldü Hoca.
Tanıştığımız gün kapısından çıkarken “Bakma” dediği o literatüre
Türkan Hocam öldüğü gün bakmıştım.
Biliyor musunuz ne yazıyordu? “En fazla bir sene…”
Oysa Hoca o günden sonra tam 13 sene daha yaşadı. Ve bıraksalar belki
bir 13 sene daha yaşayacaktı…
Hatırlıyor musunuz ne söylemişti?
“Kanser kimseyi tek başına öldürmez…”
Candaş Tolga Işık
KAFA dergisi /Mayıs sayısı
Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu
Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı; “Biraz bekleyeceksin hocam. İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum.” dedi. Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selâm verdikten sonra, fırıncının tezgâhına yaklaşarak; “Ekmeklerimi alayım! Benim ikizler acıkmıştır.” dedi. Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgâhın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden 4-5 tane çıkardı. Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgâhın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu. Fırıncıya sordum: - Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak dedin ya!.. - Bayat ekmekleri kendisi istiyor. Çok fakir bir adam. Ona bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyorum. - Kim bu adam? - Kendisi Kore gazilerinden. Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefât edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşı var. Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum. Fırıncıya yavaşca dedim ki: - Aradaki farkı ben vereyim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler. Fırıncı, teklifimi kabul etti. Biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgâhın altına koyarken ihtiyara takıldı: - Bugün çok şanslısın hacı amca. Çocuklar için sana pasta gibi ekmek vereceğim. Yaşlı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırarak kapıdan çıkarken bana döndü ve dedi ki: - Allah, senden razı olsun evlâdım. Bugün onların doğum günüydü.. DÜNYADA BİNLERCE AÇ İNSAN VARKEN LÜTFEN İSRAFTAN KAÇINALIM